Atatürk, Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye tercüme ettirmiştir. Nedenini şöyle açıklar: “Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar, bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır. Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde ne var bilmiyor, bilmeden tapınıyor. Benim maksadım arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın!” İman ve inanç konusunu ayrı tutarak diyebiliriz ki Türk, dinini anlamak için koşusunu sürdürüyor. Genç kuşaklar içinde bir kesim kaynakları ayrıntılarıyla sorgulayıp akıldışılıkları eleyerek aydınlanmaya hizmet ederken, bir kesim de hâlâ kindarlık/dindarlık hedefleriyle besleniyor.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın, “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsir ve tercümesini tamamlayıp 1936’da Atatürk’e sunduğunu biliyoruz. Atatürk, Kur’an’dan sonra ikinci kutsal kitap gibi kabul gören Buharî’nin ünlü eseri Sahih-i Buharî’yi de tercüme ettirmiştir. “Neden Ulu Türk Ulu Kağan” adlı çalışmamızdan şu bilgileri aktaralım: “Meclisin ‘Nisan’ın 23 üncü Cuma günü açılmasına’ karar verilir ve 21 Nisan 1920’de bir genelge yayımlanır. Atatürk genelge için, ‘o günün duygu ve düşüncelerine ne denli uymak zorunluluğunda bulunulduğunu gösterir bir belge’ ifadesini kullanacaktır.” O günün duygu ve düşünceleri genelgeye şöyle yansımıştır: “… Kur’an’ın ve namazın nurlarından faydalanılacak, namazdan sonra Peygamberimizin kutlu sakalı ve kutsal sancak alınarak Meclis binasına gidilecek, Vali Beyefendi Hazretlerinin düzenlemesi ile hatim indirilmeye ve kutsal Buharî-i Şerif okunmaya başlanacak ve kutsal hatmin son bölümleri uğurlu olsun diye Cuma günü namazdan sonra Meclis önünde okunup bitirilecek…”
Atatürk, hadis kitabı çevirisi görevini Babanzâde Ahmet Naim’e vermiş ancak Babanzade’nin 1934’te vefatı nedeniyle, kalan kısım Kâmil Miras tarafından, on yıllık bir çalışmayla bitirilmiştir. Seçilen kitap, Buhara doğumlu Muhammed el Buharî’nin ünlü eseri Sahih-i Buharî’nin kısaltılmışıdır. (Tecrîdü’s-Sarîh’in tercüme ve şerhi) Bu hatırlatmadan sonra S. Frederick Starr’ın “Kayıp Aydınlanma” adlı kapsamlı eserinden hadisçi Buharî ile ilgili derlediğim bazı bilgileri paylaşayım.
Buharî, (810/870) Buhara’da doğmuştur. “Muhammed Peygamber’in hadislerini derleyen Buharî, senelerini yollarda geçirerek meşhur eserini ortaya çıkartmak için sözlü mülakatlar” yapar. 7. Abbasi Halifesi Memun zamanında (813-833 arası) bir “Hadis Grubu” bulunmaktadır. Grup “Mutezile’ye ve akılcılara karşı çıkan, tamamıyla gelenekçi ve sadece zahir ile ilgilenen kimselerden” oluşmaktadır. Dogmalar, halifeler eliyle halka da dayatılacaktır. Grubun en saygın ismi, gelenekçiliği hayatı pahasına savunan Mervli Ahmed ibn-i Hanbel’dir. Buharî yaşlı Hanbel’e “on altı seneden beridir topladığı hadislerden oluşan eserini” sunar. “Buharî’ye göre eserdeki hadisler titizlikle seçilmiş ve metin özenle düzenlenmiştir.” Buharî, “halkın da okuması için eserini çoğaltacak, Orta Asya’nın dört bir yanında, binlerce kişi önünde savunmasını” yapacaktır. Buharî’nin kitabı, Kur’an’dan sonraki ikinci kutsal kitap durumuna gelecektir.
Hadis derleme işi, Muhammed Peygamber’in ölümünden yaklaşık 150 sene sonra hız kazanır. 800’lü yılların başında (9. Asır) İslam dünyası “uydurma ve sahih hadis deryasında yüzmektedir. İbn-i Hanbel tek başına 29 bin, Buharî 70 binden fazla hadis duyduğunu ve ezberlediğini iddia etmiştir.” Hayatı hakkındaki bilgilere göre küçük yaşta yetim kalan Buharî, sekiz yaşında Kur’an’ı ezberlemiş, bir sene sonra da hadis toplamaya başlamıştır. On altı yaşına gelince, babasından kalan mirasla annesi ve kardeşiyle Hac için Arabistan’a giden Buharî, Mekke ve Medine’de hadis toplayıcılarla birlikte olur. Sonraki on altı yıl boyunca seyahat eder, hadis öğretir ve binlerce ravi (hadis nakleden) ile görüşerek eserini yazar. Buharî son yirmi yılını da talebelerine ayıracaktır.
O günlerin bir diğer hadis derleyicisi Hâkim el-Nişaburî ise Buharî’yi “şaibeli kimselerden hadis almakla itham etmektedir.” Bu suçlama nedeniyle Buharî’nin itibarına gölge düşecek, bir süre Buhara’da kaldıktan sonra Semerkant’a gidecektir. Burada da “yüzlerce hadis uzmanı, çalışmasının kusurlu olduğunu düşündükleri tarafları üzerinden kendisiyle tam bir hafta boyunca” münakaşa edeceklerdir. El-Nişaburî, âlimler tarafından hadis adı altında kayıt altına alınan sözlerin doğru bir şekilde nakledilmediğini ve bu nedenle de güvenilir olamayacağını ifade etmiştir.
Güvenilirlik sorununun arka planında yer alan ve akıllarda soru işareti bırakan düşünceler şunlardır: Vahiyden sonra yaklaşık yirmi yıl yaşayan Muhammed Peygamber’e atfedilen hadis sayısı, kulaktan kulağa rivayet sürecinde hadisteki mesajın değişmesi, aynı hadisin başka türlü de rivayet edilmesi, kişinin kendi çıkarı için hadiste oynama yapmasının önünde bir engel olmaması, sorunların Peygamber sözüyle çözüleceği inancı, ravinin yaşlı, yetkin, takva sahibi ya da ahlaklı bir Müslüman olup olmadığı ve de hadis nakleden kişinin yanlış hatırlıyor olması yani hafızasının yeterliliği konusu. Yazar Frederick Starr bu bağlamda şu örneği verir: “Evlendiğinde dokuz ya da on yaşında olan Peygamber’in gözde hanımı Ayşe, Peygamber öldüğünde on dokuz yaşındaydı. Halbuki Peygamber öldükten elli sene sonra bile yeni hadisler rivayet etmekteydi. Hiç yanlış hatırlıyor olamaz mıydı?”
Buharî çalışmasını konulara göre düzenlemiştir. Ana başlıklar arasında; “banyo yapma, yağmur duası, rüyalar, kadının muayyen günleri, borçların ödenmesi, sakalın nasıl düzenleneceği, erkeklerin bevl ederken oturup oturamayacakları, vahiy, bilgi, yaratılış, evlilik, boşanma, köle azat etme” vb. gibi konular vardır. Starr’ın yorumu şöyledir: “Bir bütün olarak ele alındığında Buharî’nin eserinin İslam’ın ilk dönemlerindeki Arabistan ile günlük hayatın arasında bir köprü kurmuş olduğu görülmektedir.” Bu noktada şunu ekleyebiliriz: İslam’da toplum düzenini oluşturan Medeni ayetleri okuduğumuzda da aynı yorumu yapmak mümkündür.
Starr’ın, kaynaklara dayalı şu satırlarını da verelim: “Sahte hadislerin çoğu belli bir dinî ya da siyasî konumu güçlendirmek adına uyduruluyor ve yaygınlaştırılıyordu. Özellikle halifelerin iktidarlarına karşı kullanılabilecek olanlarla aklın sınırlarını daraltanlar popülerdi. Dokuzuncu asır itibariyle hadis uydurmak âdeta bir endüstri haline gelmişti.” Çağlar öncesinin din endüstrisi günümüz yöneticilerinin de en sevdiği ve kullandığı araçtır. En son örneklerden biri Eski Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın; “Eğitimin amacı bilgi değildir, Allah korkusu ve kuldan utanmaktır.” sözleridir. (Basın, 2024)
Sözlü tarih özelliği taşıyan eserinde buyurgan bir dil kullanan Buharî, şeriat adına hüküm veren ulemanın bağımsız hüküm verebilme yolunu kapatma sürecini de başlatmış, elleri güçlenen gelenekçiler saldırgan bir tutum içine girmiştir. Bu katı kurallarla kuşatılan insanlar, “mutasavvıfların öne çıkarttığı mistik anlayışa” sarılma yoluna gidecektir. “Belli toplumsal fonksiyonları tanımlayan ve belli toplumların bunlara nasıl tepki verdiğini tartan mukayeseli bir yöntem” sunan ve “delil konusunda tavizsiz olduğunu” belirten hezarfen Birunî, “din tarihi hakkında sözlü olarak nakledilmiş olan delillerin nerdeyse tamamına kulaktan dolma ve yalancıların uydurmaları demekte ve bu deliller sayesinde ulaşılan bütün kanaatleri” reddetmektedir. Ebu Reyhan el-Birunî (973-1048) astronomi, jeodezi, tarih ve sosyal bilimlerdeki çalışmalarıyla Antik Çağ ile Avrupa Rönesansı arasındaki dönemin en büyük bilim düşünürü olarak kabul edilmektedir.
Kaç kişi yukarıda verilen bilgilere sahiptir, bilemeyiz ancak “Namaz kılan bir adamın önünden eşek, (kara) köpek ve kadın geçerse namazı bozulur.” (Buhari 8/102) ifadesinin yer aldığı, uydurma olması çok muhtemel olan bu hadisin toplumumuzda karşılık bulduğunu bilmekteyiz. Acaba Buharî’nin topluma sunduğu bu ve benzer sözde Peygamber ifadeleri, hayattan koparılan sayısız kadının, Özgecanların, Narinlerin katledilmelerinde de bir neden olabilir mi? Bu neden, durduk yerde işkence gören hayvanlar için de geçerli olabilir mi?
Canan Murtezaoğlu
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.