Üçlü döngü

Canan Murtezaoğlu

 

 

Mekkî surelerle ilgili vatandaş okumamızın sekizincisindeyiz. “Kahrolası insan” başlıklı önceki yazımızda, insanoğlunun anlayamadığı ya da kavrayamadığı bir konuyu şekle bağlayarak sonuç alma eğiliminde olduğunu ifade etmiş, örneğin; Kur’an’daki “yüksek tutulan tertemiz sayfalarda” ayetinin Kur’an’ı yüksek bir yere koymakla, asmakla özdeşleştirildiğini, anlamı çözülemeyen “bin aydan hayırlı” Kadir Gecesi’nin de Ramazan’ın 27. gününün gecesine sabitlenerek şeklen kutlandığını belirtmiştik. Kur’an’dan devam edelim…

İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre yirmi dördüncü sure Şems’tir. (Güneş) Surede geçen göksel kavramlar Allah ve O’dur. İlk dört ayet; Güneş’e, Ay’a, gündüze ve geceye yeminle başlar. Ardından gelen yemin; göğe ve göğü bina edene, yere ve yeri döşeyenedir. 7-8. ayetlere göre kişiyi biçimlendiren, ona kötülük (bozukluk, uçarılık) ve de iyilik (takva kabiliyeti, saygınlık) olarak iki özellik vermiştir; benliğini / nefsini temizleyen kurtulacak, kirletip örten de kayıpta olacaktır.

Ayet 11’le birlikte Semud kavminin yok oluşu verilir. Azgınlık yapan toplum 13-15. ayetlerde şöyle uyarılır: “Allah’ın elçisi onlara ‘Allah’ın bu dişi devesine ve onun su hakkına dokunmayın’ demişti. Ancak onu yalancı saydılar ve o dişi deveyi sinirlediler. Bunun üzerine Rableri suçlarından dolayı onları kırıp geçirerek yerle bir etti. O, bunun sonucundan korkmaz.” (Hüseyin Atay çevirisi) Elmalılı’nın çevirisi de şöyledir: “Ki o vakit demişti onlara Allah’ın resulü: Gözetin Allah’ın nâkasını (dişi deve) ve sulanışını. Fakat inanmadılar ona da devirdiler onu. Âlemlerin Rabbi de günahlarını başlarına geçiri geçiriverdi de o yeri düzleyiverdi. Öyle ya o sonundan korkacak değil ki!” Ayette geçen “sinirlemek” kelimesi; at, deve vb. hayvanların arka ayaklarındaki sinirlerini keserek onları hareketsiz duruma getirmek, ayaklarını biçip yıkarak öldürmek, kesmek, hunharca öldürmek, boğazlamak, anlamlarındadır.

Semud’a gönderilen elçi Salih peygamberdir. Semud kavminin, Medine Bölgesi’ndeki Medain Salih kentinde ya da Antik Çağ’daki adıyla Hegra’da yaşadığı varsayılmaktadır. Bu İslam öncesi toplumun yok ediliş hikâyesini anlatan ayetlerde “Allah’ın elçisi…Allah’ın dişi devesi” ifadeleri geçer; bu, yadırganmamalıdır çünkü “Allah” kavramı o bölgede binlerce yıldır bilinmektedir.

Şöyle ki Milat’tan çok önce var olduğu düşünülen bir baş tanrının ismi olarak kullanılan “El” ya da “İl” kelimeleri, Aramiceye Eloh / Elaha, İbraniceye de Eloah olarak geçmiştir. İncil’de (Yeni Ahit) Eli / Elohi / Eloi (İloy) kelimeleri tanrı anlamında kullanılır. İsa peygamberin, ruhunu teslim etmeden önce şöyle dediği yazar İncil’de: “Eli, Eli, lema şevaktani?” yani, “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” (Matta; 27/46, ayrıca “Elohi, Elohi, lema şevaktani” Marcos; 15/34) İslam bilginlerinin bir kısmının görüşü, Allah kelimesinin “ilah” tan, onun da Sami dinlerindeki El / İl’den türetilmiş olabileceği yönündedir. Bir diğer görüş de Arapça “ilah” kelimesinin Süryanice Laha ya da Aramice Alâha kelimesiyle ilgili olabileceğidir.

Semud kavminin yok edilişinde de azmış toplum, (bu, Firavun örneğinde olduğu gibi, kişi de olabilir) gönderilen elçi ve elçinin sözünü dinlemeyen toplumun Tanrısal bir cezaya çarptırılması döngüsünü görmekteyiz. Semud kavmi ve deve olayı birçok surede daha yer alır ve şunu sormak durumunda kalırsınız: Bir devenin susuz bırakılarak ya da sinirlenerek ölüme terk edilmesi, bir toplumun yok edilmesi için gerekçe olabilir mi? Semavi kabul edilen dinlerin ortaya çıktığı bölgede, İslam öncesi yaşamış başka birçok kavmin yok edilişinde de görülen bu üçlü döngünün nedeni acaba “peygamber” kavramı ile toplumları yönetmek midir?

Diğer bir yandan, âlemlerin Rab’binin Semud’u düzlemesi tefsirlerde haksızlık değil adalet olarak değerlendirilir çünkü bütün mülk O’nun olduğu için O, mülkünde dilediğini yapar ve bu durumdan etkilenecek değildir. Rab’bin yönetme sistemi ile kral, padişah, halife, çar gibi yöneticilerin yönetme sistemi arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Tanrı krallar, Allah’ın gölgesi padişahlar, halifeler, ünvanın Tanrı tarafından verildiği kabul edilen çarlar, “göklerin” bu sisteminden yararlanmış, dini kendi çıkarlarına âlet ederek yönetmişlerdir. Yönettikleri ülkeler kendi malları, üzerinde yaşayanlar tebaaları, kulları olmuş, bu tebaa ya da kullar üzerinde istedikleri gibi tasarruf etmişler ve bundan da etkilenmemişlerdir!

Atatürk, halifeliğin kaldırılması tartışmaları sürerken şöyle der: “Türkiye halkının kayıtsız şartsız egemenliğine sahip olduğunu bir defa daha ve kesinlikle tekrar ediyorum. Egemenlik, hiçbir anlamda, hiçbir biçimde ve hiçbir renkte ve belirtide ortaklık kabul etmez. Sanı halife olsun, ne olursa olsun hiç kimse bu milletin kaderine ortak olamaz. Millet, buna kesinlikle izin veremez. Bunu önerecek hiçbir milletvekili bulunamaz…”

Günümüzde, özellikle İslam Cumhuriyeti olarak tanımlanan din devletlerindeki yaşam tarzı, kılık kıyafet ve hür düşünce üzerindeki baskı ve zorlama düşünülürse Atatürk’ün “kayıtsız şartsız egemenlik” söylemi ve “laiklik” kavramı konusunda gösterdiği duyarlılık daha açık olarak anlaşılacaktır. Bizler her ne kadar 2018 itibariyle “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” ile yönetilsek de Anayasa’yı, anayasal kurumları yok sayma gibi düşünce ve girişimler olsa da Türkiye Cumhuriyeti Devleti laik bir devlettir. Anayasa’mızın ilk 4 maddesi değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez.

Birileri kendilerini ve ailelerini koruma altına alacak diye ülkelerin kaderiyle oynanamaz; buna izin verilmemelidir. Bu bağlamda ünlü edebiyatçı Stefan Zweig’ın şu sözlerini paylaşalım:

“Tek bir evet, tek bir hayır; bir anlık erken davranma ya da bir anlık geç harekete geçme; bu ânı, yüzlerce kuşak da geçse asla geri getiremez ve bu yitirilen an bireylerin ve ulusların yaşamını ve hatta bütün insanlığın yazgısını belirler.”

 

Devam edecek…

Canan Murtezaoğlu