Mekkî surelerle ilgili başlattığımız yazı dizisinin dördüncüsündeyiz. “Rab ve ateş” başlıklı önceki yazımızda; Alâ, Duhâ, İnşirah ve Asr surelerine değinmiş ve yazımızı, “fikri hür vicdanı hür” kuşakların yetişebilmesi, daha adaletli bir dünyanın sağlanabilmesi için artık devlet / devletler ve ilgili kuruluşlar dinden elini çekmelidir, cümlesiyle sonlandırmıştık. Kaynak olarak aldığımız tertipte, ilk on bir sure içinde insanın embriyodan / ilişip yapışan bir sudan yaratıldığını, kalem ve yazdıklarına yemin edildiğini, Muhammed peygamberin “çok büyük bir ahlak üzerinde” ifadesiyle tanıtıldığını, Kur’an’ın bir hatırlatma / öğüt olduğunu ve düşünerek okunması gerektiğini de okumaktayız. Bu ilk on bir sure içinde sadece Duhâ, İnşirah ve Asr surelerinde göksel bir tehdit olmadığını da belirtelim ve kaldığımız yerden devam edelim.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre on ikinci sure Âdiyât’tır. (Hızlı Koşanlar / Koşan Atlar / Nefes Nefese Koşanlar) Suresinin ilk beş ayeti; kuvvet ya da söylenen sözün Allah ile güçlendirilmesi anlamına gelen “yemin” üzerinedir ancak bu yeminlerin kimleri ya da neleri işaret etmekte olduğu açık değildir. Sure adının somut anlamda koşmak / seğirtmek fiili ile ilgili olduğu, soyut olarak da düşmanlık, zulüm anlamlarına geldiği ifade edilmişse de “âdiyat” kelimesinin tam olarak ne için, kim için kullanıldığı konusunda bir fikir birliği yoktur. İbni Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre Muhammed peygamber, büyük bir Arap kabilesi olan Benî Kinane’ye göndermiş olduğu bir süvari takımından uzun süre haber alamamıştır. Kendisine karşı olanların, süvarilerin katledildiği yolunda söylentiler yayması üzerine de bu ayetler inmiştir. Eğer bu bilgi doğru ise vahyin amacı Peygamber’i olan bitenden haberdar etmek ve bu yolla elçiye destek olmak mıdır, diye sorabiliriz. Surede geçen göksel kavram Rab’dır ve 6. ayete göre insan bu “Rab’bine karşı pek nankördür.” İnsan neden Yaratıcı tarafından sürekli kötülenmekte ve olumsuz yönleri vurgulanmaktadır?
İnsan gerçekten bir yaratıcı tarafından mı yaratılmıştır? Burada Bakara suresi 30. ayette geçen şu diyalogu verelim: “Bir zamanlar Rab’bin meleklere: ‘Ben yerde muhakkak bir halife yapacağım,’ demişti. ‘Yeryüzünde onu fesada verecek ve kanlar dökecek bir kimse, bir âmil mi yapacaksın biz hamdinle tesbih ve seni takdis edip dururken?’ ‘Her halde ben sizin bilemeyeceğiniz şeyler bilirim.’ buyurdu.” Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde şunu sormuştur: “Burada yapacağım demek, acaba halk edeceğim (yoktan var etmek, yaratmak) demek midir, değil midir? Bu tefsir yok değildir.” Bu durumda insan yaratıldı mı yaratılmadı mı? Evrim Teorisi’ne göre insan, primat takımının üyesi olarak evrim sürecinde oluşan bir canlı. İnsan gerçekte kimdir ya da nedir? Kutsal kabul edilen metinlerdeki kişileştirilmiş bir Yaratıcı tarafından yaratılmak ya da evrimleşme sonucu oluşmak, insanın evrenle ya da insanın insanla, ailesiyle, çevresiyle bağ kurmasını sağlayan adı konamamış örüntüyü açıklamak için yeterli midir? “Ne kadar küçük olursa olsun, dünyada iyiye doğru bir değişim yaratabileceğimi bilmek,” der bir öğretmen, Matt Haig’in “Zamanı Durdurmanın Yolları” adlı ünlü romanında. İyiye doğru değişim için sormaya, yanıt aramaya devam etmeliyiz.
8. ayette de insan, çıkar düşkünü olarak betimlenecektir. Bu betimleme, benzer anlamı işaret etse de çevirilerde farklılık gösterir. İki örnek verelim: “Ve o sevdiği için serveti katıdır, çetindir ona.” (Elmalılı Hamdi Yazır), “Ve doğrusu, insan çıkarına çok düşkündür.”(Hüseyin Atay) 1957 yılında vefat etmiş olan Hindistanlı müfessir ve düşünür Abdullah Yusuf Ali’nin çevirisi de şöyledir: “And violent is he in his love of wealth.” Yusuf Ali, insanın “zenginlik aşkı” konusunda “şiddetli” olduğunu vurgulamaktadır. Zenginlik aşkı konusunda şiddetli olmak ifadesi, dünyanın iplerini ellerinde tutanları çok net tasvir etmektedir. Bu zenginliğe duyulan şiddetli aşkı, siyaset yapma nedenleri arasında da sayabiliriz. İşin ilginç yanı ise bir türlü medeni olamayan ya da kendisine medeniyetin yolunu gösterenleri elinin tersiyle iten toplumlar bu “şiddetli zenginlik aşkı” ile yanıp tutuşanları yönetimlere taşımakta sakınca görmez. Bu yönetici türü için “din” can simidi; kutsal kabul edilen kitaplar da kaçış alanıdır. Kronikleşen sorunlar bir anda bakarsınız “nass” olur ya da “bakara makara” olur! Temel hedef ise çıkar ve iktidarda kalma hırsıdır. Sure, şu cümlelerle son bulur: “Bilmez mi ki o kabirler içindekiler dışarı fırlatıldığında / Göğüslerin içindekiler derlenip toplandığında, / Hiç kuşkusuz o gün, Rableri onlardan iyice haberdar olacaktır.” (9-11. ayetler) Rab’bin tehditi her bağlamda sürmektedir.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre on üçüncü sure Kevser’dir. (Çok Şey / Çok Nimet / Kevser Havuzu ya da Nehiri) Bu ikinci üç ayetlik surede geçen göksel kavramlar Biz ve Rab’dır. Surenin iniş nedeni Muhammed Peygamber’e “ebter” yani soyu kesik denmesine karşılık göklerden gelen bir cevaptır. Ebter kelimesinin ayrıca; peygamberlik davasının güdük kalacağı, Muhammed’in kavminden ayrıldığı, arkasının olmadığı anlamlarında kullanıldığı da rivayet edilmiştir. En yalın haliyle yorum yaparsak diyebiliriz ki Rab, gönderdiği elçiyi koruyup kollamaya devam etmektedir zaten hitap doğrudan Muhammed peygamberedir. Kevser’in cennette bir havuz ya da nehir olarak kabul edilmesi de rivayet edilen bir hadise dayandırılmaktadır.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre on dördüncü sure Tekâsür’dür. (Çoğumsama / Mal ve Evlat Çokluğunda Yarış) Sureye, “çokluk yarışı ve çoklukla övünmek” anlamlarına da gelen “tekâsür” adının verilmesi bir davranış biçimini tenkit içindir. Cahiliye Arapları, mal, evlat ve akrabalarının çokluğu ile övünür, gururlanır ve bunu bir şeref sebebi sayarlar. Bununla da kalmayıp kabirlere gider ve ölmüş akrabalarının çokluğuyla övünürler. Amaç, kabile olarak üstünlüğü ispat etmektir. Rivayete göre hangimiz daha çoğuz diye bu konuda iki kabile çekişmiş ve sure de bunun üzerine inmiştir. Bu durum karşısında göklerin tehdidi, “alevli ateşi göreceksiniz” ve “nimetlerden sorguya çekileceksiniz” şeklinde olacaktır.
Günümüz Türkiye’sinde ağalık, aşiret adı altındaki feodal sistemlerin, din eksenli tarikat ve cemaatlerin tekâsür yarışı içinde oldukları açıktır. İş sadece “çokluk yarışı ve çoklukla övünmek” le kalmamakta, hükûmetler kanalıyla devlet içinde yer kapma yarışı da açıkça sürmektedir. Siyasete de el atan bu yapıların bir beka sorunu haline gelmemesi konusunda ise toplum sürekli ve ayrıntılı olarak uyarılmalıdır.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre on beşinci sure Maun’dur. (Yardımlık, Zekât) Maun kelimesi; zekât vermek yahut bir şeyi geçici olarak kullanması için birine vermek şeklinde yardım olarak anlamlandırılır. Surenin temel konusu, öksüz ve yoksulun doyurulmasıdır ve yardıma engel olanlar, namazı gösteriş için araç yapanlardır. Bu gösteriş için yapılan ibadet, suredeki ifadeye göre dini yalan saymaktır; diğer bir deyişle riyakârlıktır. Bir toplumda ahlak çöküntüsü başlamışsa orada riya mutlaka artar ve riyanın kendine yer bulabildiği en mümbit alan “din” alanıdır.
Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir,” derken, halkçı bir Cumhuriyet’e ve sosyal devlet anlayışına işaret etmiştir. Yerel yönetimler ve kuruluşlar destek olsalar da yetimden, öksüzden, yoksuldan, yoksundan asıl ve birinci derecede sorumlu olması gereken devlettir.
Bir insan diğerine muhtaç ve mahkûm edilmemelidir.
Devam edecek…
Canan Murtezaoğlu