“Saklı levha”

Canan Murtezaoğlu

 

 

Mekkî surelerle ilgili vatandaş okumamızın dokuzuncusundayız. “Üçlü döngü” başlıklı önceki yazımızda; Rab’bin yönetme sistemi ile kral, padişah, halife, çar, gibi yöneticilerin sistemleri arasındaki benzerliğe dikkat çekmiş ve Atatürk’ün hilafetle ilgili olarak; “Egemenlik, hiçbir anlamda, hiçbir biçimde ve hiçbir renkte ve belirtide ortaklık kabul etmez.” sözünü paylaşmıştık. Kur’an’dan devam edelim…

İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre yirmi beşinci sure Bürûc’dur. (Takım Yıldızlar / Burçlar /On İki Yıldız) Surede geçen göksel kavramlar Allah, O ve Rab’dır. Sure takım yıldızların bulunduğu göğe, vaat edilen güne (ceza günü, kıyamet günü) şahitlik edene ve edilene yeminle başlar. Tefsirlerdeki anlatımlara göre şahit olanlar; insanlar, cinler, melekler ve peygamberler, şahit olunan da o gün akla hayale gelemeyecek şaşılacak şeylerdir ya da peygamberler şahit, ümmetleri şahitlik edilendir ya da Allah tanık, halk da tanık olunandır. Yorumlarla sınırlı kalmış bu ayetlerin devamında farklı bir konuya geçilir ve şöyle denir:

“Kahroldu o hendeğin sahipleri / O çıralı ateşin / Hani o ateşin başına oturmuşlar / Müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı.” (4-7. ayetler) Rivayetlere göre bu ayetlerin iniş nedeni putperest olan birtakım kimselerin hendekler açıp içinde ateş yaktıkları, inananlara ateşi gösterdikleri, dininden dönenleri bıraktıkları, imanında ısrar edenleri de ateşe atarak yaktıkları şeklindedir ve bu olaylar; Yemen’de, Necran’da, Irak’ta, Şam’da, Habeş’te Mecusiler, Yahudiler tarafından yapılmış gibi nakledilir ya da Kureyş’in, inananlara işkence etmesi şeklinde verilir. Ancak tüm bu rivayetler pek kabul görmemiştir yani “hendek sahipleri” nin kim olduğu anlaşılamamıştır. Sonraki ayete göre de inananlara öfke duyulmasının nedeni Allah’a iman etmeleridir.

Surenin ana teması iman etmek ya da inkâr etmek arasında seçim yapmaktır. İnanmış erkek ve kadınları dinlerinden çevirenlere -tövbe etmezlerse- cehennem azabı, yangın azabı vardır; inanıp yararlı işler işleyenlere de “altlarından ırmaklar akan cennetler” vardır. İnkârın örnekleri Firavun ve Semud’un ordularıdır ancak Allah onları arkalarından kuşatmıştır. Dikkat edilirse; Abese suresinde Kur’an’ın bir öğüt, bir hatırlatma olduğu ve dileyenin onu hatırlayacağı ya da düşüneceği vurgulanmışken, burada katı bir iman-inkâr çizgisi çekilmiştir. Bu ikilik durumu Kur’an boyunca görülecektir. Daha önce işlediğimiz surelerden iki örneği de hatırlatalım: “Oysa, o, âlemlere bir hatırlatmadan başka bir şey değildir.” (Kalem, 52) ve “Doğrusu, o, bir hatırlatmadır. Dileyen kimse onu anar. Ancak, Allah hatırlamalarını diler…” (Müddessir, 54-56)

Son iki ayete göre; Kur’an inkâr edilse de “o saklı bir levhada bulunan bir yüce Kur’an’dır.” Buradaki özgün ifade Levh-i Mahfuz’dur. Levh, “yazı yazmaya uygun yassı ve düzgün yüzey,” mahfuz da “korunmuş” anlamındadır. Saklı ya da korunmuş olarak çevrilen Levh-i Mahfuz yüzyıllardır; “bütün eşyanın yazıldığı sayfa … Allah’ın ilmi … âlemin yaratılışından sonuna kadar ne olup bitecekse Allah’ın hepsini zamanı gelince yaratması” şeklinde yorumlanmış olsa da henüz anlaşılabilmiş değildir.

Buradan biraz günümüze gelelim… Kuantum mekaniği fizikçisi David Bohm, “Bütünsellik ve Saklı Düzen” adlı eserinde “derin gerçeklik düzeyi” nden söz eder; bu saklıdır, açığa çıkmamıştır. “Kuantum Teorisi” kitabının da yazarı olan Bohm, bizim varlık düzeyimize de “belirgin ya da açığa çıkmış” düzen demektedir. (Micheal Talbot; Holografik Evren, s.78) Şunu soralım: Levh-i Mahfuz; derin gerçeklik düzeyine, saklı/korunmuş düzene ya da evrendeki işleyişe din diliyle işaret ediyor olabilir mi?

“Tıbbın Kanunu” adlı eseriyle İslam âleminde ve Avrupa’da Orta Çağ biliminin kurucusu ve tabiplerin önderi olarak kabul gören Buharalı İbn-i Sina, önceleri mantıkla ilerlemiş, daha sonraları aklın öngördüğünü doğrulamak, gerçeğe ulaşmak için “işrak” yani ilham yolunu seçmiştir. İşrak; “doğma, ışığın açılması, gerçeğin doğrudan ortaya çıkması” gibi anlamlar içerir. “Lehm” kökünden gelen ilham da bir şeyi bir defada yutmak, bir anda yutturmak anlamına gelmektedir. (Elmalılı Tefsiri, s. 8066) Filozof ve ilahiyatçı da olan İbn-i Sina, “çok az sayıda insanın peygamber olabileceğini, zira bu insanların olağanüstü bir ilham kabiliyetine sahip olduklarını” yazmıştır. Ona göre; süreklilik gösteren bu ilhamlar sayesinde peygamberler, “bilim ve ilahiyatın aradığı muhteşem gerçekleri idrak edebilmekte ve herkesin anlayabileceği şekilde anlatabilmektedir.” (S. Frederick Starr; Kayıp Aydınlanma, Kronik, 2024, s. 384) Devrinin (11. yüzyıl) çok ilerisinde bir yorumla vahyi, Hz. Peygamber’in ilham kabiliyetine bağlayan İbn-i Sina, bu cesur düşüncesi nedeniyle sonraki yüzyılda, ana akım katı Sünni inancın, buyurgan şeriatın temsilcisi Gazalî gibi karşıtlarının hedefinde olacaktır. Vahyin ilham olabileceği düşüncesi, bugün yani 21. yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken bile buyurgan şeriat temsilcileri için dinden çıkmakla eş anlamlıdır.

Diğer yandan peygamber olarak tanımlanmayan; ancak yetenek ve yaratıcı güce sahip, dâhi olarak adlandırılan insanların, yaptıkları çalışmalarla evrenin sırlarını görünür kıldıklarını, insanlığa yol gösterdiklerini, bilim ve sanatın her dalında olağanüstü eserler verdiklerini, buluşlara, keşiflere imza attıklarını ve bu sürecin devam ettiğini bilmekteyiz. Belki de günümüz bilimsel çalışmalarının işaret ettiği gibi, sonsuz ve sınırsız bir bilincin yani bir algılama, bir kavrama, bir fark etmenin, bir ilhamın, bir işrakın, bir bilgiler bütününün bir parçasıyız ve herkes buradan kendi öz yapısının sınırları içinde alabileceğini almaktadır.

İlhamın kaynağını, yaradılışın sırrını, beynimizin çalışma düzenini ve genetik talimatları taşıyan DNA konusunu uzmanlarına bırakarak yazımızı, 11-12. asırda yaşamış Nişaburlu matematikçi, gökbilimci, filozof, mühendis ve şair Ömer Hayyam’ın şu rubaisi ile sonlandıralım:

“Bu varlık denizi nereden gelmiş bilen yok / Öyle büyük bir inci ki bu büyük sır, delen yok / Herkes aklına eseni söylemiş durmuş / İşin kaynağına giden yolu bulan yok.”       

Devam edecek…

Canan Murtezaoğlu