Sağcılar - Solcular

Canan Murtezaoğlu

 

 

“Biz ona şah damarından daha yakınız” başlıklı önceki yazımızda, insanoğlunun, üst seviye teknoloji kullanarak oluşturduğu siber sistemler, sosyal ağlar, iletişim ve güvenlik araç gereçleri gibi yapılarla Tevrat’taki Rab ve Kur’an’daki Biz’e öykünme yolunda hızla ilerlediğini ifade etmiştik. Mekkî surelerle ilgili vatandaş okumamızın on yedincisindeyiz. Kur’an’da kaldığımız yerden devam edelim.

İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre otuz üçüncü sure “Beled” dir. (Kent) Surede geçen göksel kavram Biz’dir ve hitap Muhammed peygamberedir. Sure “belde” ye yeminle başlar. Kimi çevirilerde “sen bu beldeye helal iken” (Hasan Basri Çantay) ya da “Ki sen bu beldede oturmaktasın.” (Elmalılı) cümlesiyle Muhammed peygamberin orada yaşadığı belirtilir, yani belde kelimesinin Mekke olduğu düşünülür. Mekke’nin, “güvenli kent” olarak üzerine yemin edildiğini daha önce Tîn suresinde de görmüştük. Bazı yorumculara göre de surenin tümü dikkate alındığında “beled” sözcüğü ile kastedilen yeryüzüdür.

Yemin içeren 3-4. ayetlerde çeviri farklılıkları vardır. Şu örnekleri verelim. Hüseyin Atay: “Doğurana ve doğurduğuna andolsun ki, insanoğlunu zorluklar içinde yarattık.” Elmalılı: “Ve andolsun baba ve çocuğuna. Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık.”  Çantay: “Babaya da, doğana da ki biz insanı, andolsun, meşakkat içinde yarattık.” Baba ve çocuğuna ifadesi için şu rivayetler öne sürülmüştür: 1) Baba, Âdem, çocuk da onun soyudur. 2) Baba İbrahim, çocuk İsmail ve Muhammed veya baba İbrahim ve İsmail, çocuk da Muhammed’dir. 3) Baba İbrahim peygamber, çocuk da onun tüm çocuklarıdır. (İbni Cerîr ve İbni Ebî Hâtim, Ebî Imran) 4) Baba Muhammed peygamber, çocuk da ümmetidir. (Mâverdî) 5) İbn Abbas’a nispet edilen rivayete göre ifade, her baba ve çocuk içindir. 6) Din ve tarih bilgini Taberî’ye göre de kelimenin söylenişi ve yapısı nedeniyle (lafzen) buradan “her anne-baba ve bütün çocukları” anlamı çıkar.

Ardından Biz, yarattığına meydan okur ve şöyle der: “Kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?” Biz, insana, “iki göz, bir dil ve iki dudak” vermiş ve ona “iki yol” göstermiştir. Bu iki yol mecazen iyilik (hayır) ve kötülük (şer) olarak düşünülmüştür. (Mücahid) Fakat “yığın yığın mal” tüketmekle övünen insan, sarp yokuşa, özgün ifadesiyle “akabe” ye göğüs verip zorluğu geçememiştir. Akabe, engin bir vadiden yüksek bir dağa doğru çıkan sarp yokuş demektir. (Elmalılı) “Sarp yokuş” ifadesi için toplumda yaşanan zorluk ve sıkıntılar karşısında insanın kendisini sorumlu hissetmesidir, diye de düşünülebilir. Bu sorumluluğun yüklediği görevler; “Köle azat etmek / Veya salgın bir kıtlık gününde yemek yedirmektir / Yakınlığı olan bir yetime / Veya hiçbir şeyi olmayan yoksula.” şeklinde verilir.

Bugün de borçlanma sistemlerinin yarattığı modern kölelerin, özgürlükleri için yollara düşenlerin ve açlık-yoksulluk sınırındaki milyarların zorlu ve kahırlı yaşam mücadeleleri sürmektedir. Demek ki, “sarp yokuş” henüz aşılamamıştır. Oysaki çare vardır; insana saygı duymak ve adaletle paylaşmak; ancak ne garip tecellidir ki bu iki kavramın asla öne çıkamadığı yerler, Müslüman kimlikli coğrafyalardır.

Amaçlanan; “inanıp birbirlerine dayanıklı olmayı salık veren ve birbirine acımayı salık verenlerden olmaktır.” Böyleleri “uğurlu kimseler” dir. (Hüseyin Atay) Özgün metinde geçen meymenet sahipleri (ashabülmeymene) ifadesi uğur ve kutluluk anlamlarındadır. Ancak Elmalılı, çevirisinde bu kişileri, “amel defterleri sağlarından verilenlerdir,” şeklinde tanımlar. Yazılarıyla Milli Mücadeleye destek veren öğretmen, gazeteci, politikacı ve Kur’an müfessiri ve de TBMM 1. Dönem Balıkesir Milletvekili Hasan Basri Çantay da bu 18. ayeti; “İşte bunlar sağcılardır.” şeklinde meallendirmiştir. Bu son iki çeviri lafzendir. Lafzen ya da lafzî kelimesi sözlükte, “sözün gelişine, söylenişine, yapısına göre, yazılı olmayarak” (TDK) şeklinde verilmektedir. Bu sağ ya da sağcılar ifadesinin geçtiği ayetler de vardır; örneğin Müddessir suresi 39. ayette “ashâbü’l-yemîn” terimini görürüz; sağ taraftaki insanlar, gruplar anlamındadır. (Muhammed Esed) 19. ayete göre de Biz, ilkeleri inkâr edenleri “uğursuz kimseler” (Atay) olarak damgalar. Bu ifade Elmalılı’da “amel defterleri sollarından verilenler,” Çantay’da “Ayetlerimize küfredenler ise solcuların ta kendileridir.” şeklinde meallendirilir. Yukarıdaki “lafzî” durum burada da geçerlidir çünkü ayette yazılı olarak sadece şeamet sahipleri (ashabülmeş’emeti) ifadesi vardır. Sol ya da solcular ifadesine örnek olarak da Vakıa suresi 41. ayet verilebilir. Kullanılan terim “ashâbü’ş-şimâl” dir; yani sol taraftaki insanlar, gruplardır. (Esed)

20. yani son ayet, “Onların üzerlerine bir ateş bastırılıp kapıları kapanacaktır.” (Elmalılı) şeklinde meallendirilmiştir. Bu ifade daha önce verdiğimiz Hümeze suresindeki; “Cehennemlikler, dikilmiş direklere bağlı oldukları halde, o ateşin kapıları üzerlerine kapatılacaktır.” (8-9. ayetler) ifadesiyle benzerdir.

Yukarıdaki bilgilere göre, surenin 3, 18 ve 19. ayetleri kimi meallerde lafzen çevrilmiş; 3. ayetin “doğurana ve doğurduğuna” özgün ifadesi “baba ve çocuğuna,” 18. ayetin “uğurlu kimseler” özgün ifadesi “sağcılar,” 19. ayetin “uğursuz kimseler” özgün ifadesi de “solcular” olarak verilmiştir.

Burada bir parantez açalım. Baba ve çocuğuna lafzen çevirisinin toplumda bir yansıması olmuş mudur, bilemiyoruz; ancak 2007, 2015,  2017, 2018 ve 2019 seçimlerinde, özellikle sahada, halkın arasında, evlerde fiilen görev yapmış bir vatandaş siyasetçi olarak şunu söyleyebilirim: Kur’an meallerindeki bu sağcı-solcu ifadeleri, dini siyasetlerine âlet edenler tarafından kullanılmış ve halkı Allah ile aldatmanın bir yolu olmuştur.

Sağ ve sol siyasi kavramları, 1789 Fransız Devrimi sırasında ayrı görüşteki siyasetçilerin parlamentoda oturma durumlarından esinlenerek oluşmuştur. Parlamento başkanının sağındaki koltuklarda çoğunlukla monarşist rejim destekçileri; değişime karşı olan zenginler ve burjuva, solunda da özgürlüklerin destekçisi olan halkçılar oturmuştur.

Bize gelince, Devlet’imizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ne “sağ” demiştir ne de “sol,” hepsini kapsayan tek bir kavram kullanmıştır: Halkçılık yani “halkı gözeten, halktan yana siyaset gütmek” ilkesi. Ancak 1938’den sonra Türk toplumu; “sağcı-solcu, komünist-anti komünist, Alevi-Sünnî, Türk-Kürt, laik-ant ilaik” ve benzeri şekillerde kutuplaştırıldı ve bu kutuplaşma 21. yüzyılın başından beri de özellikle derinleştirildi. Dini siyasetlerine âlet ederek yönetimlere gelen, “alnı secdeli” diye sorgusuz sualsiz kabul gören siyasilerin kurduğu hükûmetler Kur’an’daki “uğurlular” la, demokrasi, laiklik, eşitlik, liyakat, hak-hukuk kavramlarını savunanlar da Kur’an’daki “uğursuzlar” la özdeşleştirildi. Seçim zamanlarında, dinî hassasiyetleri olanlara, “amel defteri soldan verilecek olanlara,” oy vermeyin denildi. Kamu malı talanının üstü hep kapatıldı; sağcılar yani “uğurlular” sürekli Allah ile aldatarak aklandılar.

Günümüzde ise birileri “fiyatları tayin eden Allah’tır,” diyor, ahali de dinliyor. Kimi ağızlardan “Allah” sözü çıktığında sağ ellerini öne uzatıp tekbir getirenler sabır ve şükürle yetiniyor, dünya malını yığdıkça yığan bu ağızları ise hiç sorgulamıyor. Düşman işgali altındaki topraklarımızı kurtarmak için şehit düşenlerin kahramanlıkları, buluttan inen ak sakallı dedelerin masallarına dönüştürülüyor. Cumhuriyet’in, maddi-manevi tüm kazanımları, bağnazlık çarkında kasıtlı olarak öğütülüyor.

Sözün özü, Atatürk’ün o Havza’da bahsettiği “çukur” un etrafından hiçbir zaman tam anlamıyla ayrılamadık; çünkü ne dinimizin kitabını ne de Kurucu ve Ebedi Liderimizin İlke ve Devrimlerini gerektiği gibi anlayabildik ve anlatabildik!

Devam edecek… 

 

Canan Murtezaoğlu