“Abdülmecid ve Abdülaziz’in Osmanlı’nın varlığını ve toprak bütünlüğünü sağlamak amacıyla Hristiyan Avrupalı devletlerin kanatları altına sığınmasıyla başlayan ‘Haçlı Osmanlı’ süreci, 40-50 yıl sonra, Osmanlı subaylarının Kudüs’ü bile göğüslerinde sallanan Demir Haç’larla dolaştıkları ilginç bir aşamaya gelip dayanmıştı. Ancak Kurtuluş Savaşı sonrası Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün çıkarttığı yasayla, ‘Türkler yabancı devlet nişanları taşıyamazlar’ yasağı konularak bu utanç verici duruma bir son verilecekti…” diye yazmıştır Cengiz Özakıncı, “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı” adlı kapsamlı eserinde. (Otopsi; 2008, s. 237) Söz konusu yasak, 26 Kasım 1934 tarihli ve 2590 sayılı “Efendi, Bey, Paşa gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına dair Kanun” la konmuştur. Bu Devrim yasasının 2. Maddesi şöyledir: “Sivil ve rütbe ve resmi nişanlar ve madalyalar kaldırılmıştır ve bu nişan ve madalyaların kullanılması yasaktır. Savaş madalyaları istisnadır. Türkler yabancı devlet nişanları da taşıyamazlar.” Bu kanunu hazırlayan zihniyet, İstiklal Savaşı sırasında TBMM’de ve de cephe hattında üstün hizmet göstermiş, kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahiplerinin zihniyetidir. Devrim Kanunları, Anayasa’nın 174. Maddesi ile halen koruma altındadır.
19. yüzyılda, “Hristiyan Avrupalı devletlerin kanatları altına sığınan” Osmanlı sultanı Abdülmecid’e Fransızlar tarafından Légion d’honneur nişanı takdim edilmiştir. İngilizler de bu durum karşısında telaşlanmış ve Sultan’a, Knight of the Garter yani Dizbağı Nişanı’nı takdim etmişlerdir. İngiliz elçisi Canning, Müslümanların Halifesi’nin sol göğsüne yuvarlak madalyayı takarken, Hıristiyanlıkta askerlik ve din uğruna ölenlerden bahseden Latince bir metni okumayı da ihmal etmemiştir. (Doç. Dr. Turgut Subaşı; Belleten, Nisan 2016 tarihli makale) Sultan Abdülaziz’in durumu ise biraz daha farklıdır. Cengiz Özakıncı’nın satırlarıyla verelim: “Avrupa basınını yakından izleyen gayrımüslim Osmanlı uyrukları Padişah Abdülaziz’in de tıpkı Abdülmecid gibi Paris’te Fransızlardan Légion d’honneur (Şeref Nişanı) nişanı alıp İngiltere’de Saint George Hristiyan Tarikatı’na mürit yazıldığını ve Garter Haçlı Şövalyesi yapıldığını çabucak öğrendiklerinden, dönüşünde onu coşku ve sevinçle karşılamışlar, her gayrımüslim cemaat, İslam Halifesi iken Haçlı Şövalyeliğine geçen bu Osmanlı Sultanı’na mühürlü, imzalı şükran ve bağlılık yazılarını sunmuştu.” (a.g.e; Otopsi; 2008, s. 82)
Bu karşılıklı bağlılığın devamını; Sait Molla’nın Rahip Frew’a yazdığı 12 mektupta da görmekteyiz. (Nutuk) Örnek olarak 11.10.1919 tarihli Birinci Mektup’tan bazı satırları ve yorumlarımızı “Neden Ulu Türk Ulu Kağan” adlı çalışmamızdan verelim: “Aziz dostum, verilen iki bin lirayı Adapazarı’nda Hikmet Bey’e gönderdim. Oradaki işlerimiz çok yolunda gidiyor!’ İngiliz parasıyla adam toplayan Hikmet’e verilen görev ve hedef büyüktür: Müslüman halkı Hristiyanlar aleyhine kışkırtmak, böylece İtilaf Devletlerini harekete geçirerek Anadolu’nun işgalini kolaylaştırmak ve de Kuva-yı Milliyeye şiddetli bir darbe indirmek! Mektuptan devam edelim… ‘… Dün sabah Adil Bey’le (eski İçişleri Bakanı) birlikte Damat Ferit Paşa Hazretlerini ziyaret ettim. Biraz daha sabırlı davranmaları ve beklemeleri gereğini tarafınızdan kendilerine bildirdim.’ Bu satırlara göre; Müslüman ecdat Osmanlı’nın Hükûmeti, Kuva-yı Milliyeyi dağıtmak ve iç isyanlar çıkarmak için çalışan, politik entrikalarıyla bilinen bir Hristiyan rahipten talimat bekliyor. Yetmiyor, Damat Paşa Hazretleri de selamlarını iletip isteklerini sıralıyor! İstekleri ise şöyle: Kuva-yı Milliyenin dağıtılması için yüce İngiltere Hükûmeti nezdinde hemen girişimler yapılması, milletvekilleri seçimleri öncesi Babıâli’ye ortak nota verilmesi, Adapazarı, Karacabey ve Şile’deki çetelerin Rumlara saldırmaları ve bunun Kuva-yı Milliyenin huzuru bozduğu şeklinde sunulması, İngiliz basınının Kuva-yı Milliye karşıtı yayın yapması! İhanet ve iftira, her şeye kâdir İngiliz parası ile pekiştirilerek sürecektir…” (Cinius Yay. 2024, s.115)
“Müslüman ecdat” ın son padişahı, Garter Haçlı Şövalyesi Abdülmecid’in sekizinci oğlu Vahdeddin ise “Haçlı Osmanlı” sürecini devam ettirecek, atalarının öz topraklarını işgal eden düşmanla mücadele edip İstiklal Savaşı’na katılmak yerine, HMS Malaya adlı İngiliz zırhlısı ile Malta’ya gitmeyi tercih edecektir. (17.11.1922) Ancak babasının ve amcasının yabancılara yaranmaları, göğüslerine boy boy Haçlı nişanları takmaları fayda vermeyecek, İngilizler Vahdeddin’i İngiltere’ye buyur etmeyecektir.
Günümüzden de iki örnek verelim… 2003-2014 yılları arasında Başbakan olarak görev yapan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a 2005’te “Üstün Cesaret Ödülü” verildiğini basından okumuştuk. Yıllar sonra (31.10.2023) Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, konunun/iddianın “manipülasyon” içerdiğini belirtmiş. Açıklamaları şöyle: “İftira ve İnkârla Mücadele Birliği (Anti-Defamation League - ADL) tarafından verilen ‘Umursama Cesaret Ödülü’, Holokost (Yahudi Soykırımı) sırasında Yahudilerin kurtarıcılarını onurlandırmak için verilen bir ödüldür. Dolayısıyla 2005 yılında bu ödülün takdimi, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına değil, Holokost sürecinde (1933-1945) bazı Yahudileri soykırımdan kurtaran Türk diplomatlar adına yapılmıştır.”
Gün oldu, devran döndü… Paris Yaz Olimpiyat Oyunları açılışının “bir bölümünde sergilenen ahlaksız gösterilerin infiale yol açtığını” Papa Fransuva’yı arayarak ifade eden Erdoğan; “Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye’ye yönelik suikast ile Lübnan’a yapılan saldırının İsrail’in tüm bölge, dünya ve insanlık için bir tehdit olduğunu bir kez daha ortaya koyduğunu, özellikle Filistin’de yaşayan Müslümanlar ve Hristiyanların huzur bulması için geç kalınmadan insanlık ittifakı olarak harekete geçilmesi gerektiğini” söyledi. (AA, 01.08.2024) Şunu soralım: İnsanlık için tehdit olan gerçekten devletler midir yoksa günümüzde hâlâ bu devletlerin işleyişine egemen olan, kutsal kabul edilen üç dinin ganimet zihniyetini yönetimlere yansıtan yapılar mıdır? Şunu da soralım: Kimilerine göre “sergilenen ahlaksız gösteriler” riya dinciliğine karşı insanoğlunun verdiği bir tür tepki olabilir mi?
İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth, Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, “Ruhani Safiyet Derecesinden Şövalye Büyük Haç Nişanı” takmıştı. (2008) Bu tür nişanların, Birleşik Krallık’a üstün hizmetlerde bulunmuş başarılı kişilere bir ödül niteliğinde verildiği ve şövalyelik kavramının on altın kuralı olduğu biliniyor. Bu şartları sağlayanlar onurlandırılırken, yitirenler de bu ünvandan yoksun bırakılıyor.
Sonuç olarak günümüzde kendilerini “Müslüman ecdat” ın torunları olarak ifade edenlerin “Dizbağı Nişanı” ya da “Üstün Cesaret Ödülü” gibi nişanları kendi adlarına ya da birileri adına almakta bir sakınca görmedikleri ortada; Anayasa ihlali olsa da kimin umurunda! (Anayasa; Madde 174) Tek amaç, iktidarda kalabilmek midir? Şu da sorulabilir: Bu nişanlarla ödüllendirilen siyasiler, bu payeleri hak etmek için ne yapmışlardır ya da kaybetmemek için ne yapacaklardır?
Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde “Başkomutanlık” sanını kanunla alan (05.08.1921) Mustafa Kemal Paşa amacını; düşmanı “anayurdumuzun harim-i ismetinde (mukaddes ocağında) boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır” olarak ifade etmiş ve Sakarya Savaşı (Melhame-i Kübra) kazanılmıştır. Nutuk’ta; “Büyük Millet Meclisince bana Mareşal rütbesi ile Gazi sanı verilmesi” bölümü altında yer alan şu satırları hatırlayalım: “Sakarya Savaşı’nın sonuna kadar bir askerî rütbem yoktu. Ondan sonra, Büyük Millet Meclisince Mareşal rütbesi ile Gazi sanı verildi. Osmanlı Devletinin rütbesinin, yine o devlet tarafından geri alınmış olduğunu bilirsiniz.” Bu cümleleriyle Atatürk hem kendi öz milletiyle yürümenin önemine hem de Haçlı Osmanlı zihniyetine dikkat çekmiştir.
Yazımızı Deha’nın şu sözüyle bitirelim: “Millet ve tarih san vermekte o kadar cömert değildir!”
Canan Murtezaoğlu