“Millet tarafından indirilmek”

Canan Murtezaoğlu

 

“Tevfik Paşa, Ahmet İzzet Paşa ve benzerlerinden kurulu son Osmanlı hükûmeti üzerinde daha çok durmak yararsızdır.” diyen Atatürk, saltanatın kaldırılması ile ilgili sorunun 30 Ekim (1922) günü Meclis’te görüşülmeye başlandığını belirtir. Birçok konuşmacı söz alır. Konuşmacılar; “İstanbul’daki Osmanlı hükûmetlerini, Ferit Paşa evresinden sonra, Tevfik Paşa perdesinin açıldığını ve bu perdeyi açanların anlayışsız, vicdansız, birtakım insanlar olduğunu söyleyerek, bu adamlar hakkında gereken yasal işlemlerin yapılmasını” isterler ve “Böyle bir anlayışta olan; yani, bize bu kadar ahmakça önerilerde bulunan kişiler …… gerçekten İstanbul hükûmetinin, tarihsel kimliğine imza koyan ve her şeyden çok oraya bağlı olan kişilerdir...” derler. “İstanbul’da, hükûmet adını ve kişiliğini takınan adamlar” ın, “Vatan Hainliği Kanunu uyarınca cezalandırılmaları ile ilgili önergeler” okunur.

Atatürk şöyle devam eder: “Efendiler, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığını, yeni bir Türkiye Devleti’nin doğduğunu, Anayasa’yla, egemenlik hakkının milletin olduğunu belirten bir önerge hazırlandı. Sekseni aşkın arkadaşa imza ettirildi. Bu önergede benim de imzam vardır.

Okunan bu önergeye sert bir şekilde karşı çıkan bir-iki kişi olur. “Bunlardan biri, Mersin Mebusu bulunan Albay Salâhattin Bey’dir. İkincisi, İzmir’de asılan Ziya Hurşit’tir.” Burada bir bilgi notu paylaşalım. Lazistan milletvekili Ziya Hurşit’in asılmasının nedeni İzmir’de Cumhurbaşkanı Atatürk’e karşı planlanan suikast girişiminin tetikçileri arasında yer almış olmasıdır.

Ertesi gün Meclis toplanmaz, Hakları Savunma Grubu’nun toplantısı yapılır. Toplantıya katılan Mustafa Kemal Paşa, “Osmanlı egemenliğinin kaldırılmasının zorunlu olduğu” üzerine konuşur. 1 Kasım 1922 günü Meclis toplantısında konu üzerine yine uzun tartışmalar olur. Mustafa Kemal Paşa, Meclis’te ayrıntılı bir konuşma yaparak; İslam ve Türk tarihinde halifelikle sultanlığın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihsel olaylara dayanarak anlatır… Hülâgû’nun, Halife Mutasım’ı astırıp halifeliğe son verdiğini ve eğer 1517’de Mısır’ı ele geçiren Yavuz, “orada sanı halife olan bir sığıntıya” önem vermeseydi, “halifelik sanının, zamanımıza kadar miras kalmış bulunmayacağı” nı da anlatır.

Konuyla ilgili önergeler Anayasa, Diyanet İşleri ve Adalet komisyonlarına gönderilir. Ancak bir araya gelen komisyon üyelerinin güdülen amaca göre sorunu çözmeleri zor olacaktır. “Durumu yakından ve kendim izlemem gerekti.” der Atatürk. Bir odada toplanan üyeler, başkanlığa Hoca Müfit Efendi’yi seçer ve görüşmeye başlarlar. “Diyanet İşleri Encümeni üyesi hoca efendiler; halifeliğin sultanlıktan ayrılmayacağını, bilinen safsatalara (kof sözlere) dayanarak savundular. Bu savları çürütmek ve bozmak yolunda özgürce konuşanlar, ortaya çıkar görünmediler.” der Atatürk. Görüşmelerin bir sonuca varamayacağı ortadadır. Mustafa Kemal Paşa söz ister, önündeki sıranın üstüne çıkar ve yüksek sesle; “… Egemenlik hiç kimse tarafından hiç kimseye, bilim gereğidir diye; görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik, güçle, kuvvetle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenliğini ele geçirmişlerdi; bu sarkıntılıklarını altı yüzyıldan bu yana sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara artık yeter diyerek, egemenliğini, ayaklanarak kendi eline edimli olarak almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir. Sözkonusu olan; ‘millete egemenliğini, bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız’ sorunu değildir. Sorun, zaten olup bitti durumuna gelmiş gerçeği açıklamaktan başka bir şey değildir. Bu, ne olursa olsun, yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes bunu doğal karşılarsa, bence uygun olur. Yoksa, gerçek, yine yöntemine göre saptanacaktır. Ama belki birtakım kafalar kesilecektir. İşin din bilimi yönüne gelince; hoca efendiler hiç kaygılanıp üzülmesinler. Bu konuda bilimsel açıklama yapayım.” der ve uzun açıklamalarda bulunur. Bunun üzerine Ankara Mebuslarından, Hoca Mustafa Efendi şöyle diyecektir: “Affedersiniz Efendim, biz konuyu başka görüş açısından ele alıyorduk, açıklamalarınız bizi aydınlattı.”

Karma Komisyonca sorun çözülmüştür. Kanun önergesi hemen yazılır ve Meclis’in ikinci birleşiminde okunur. Önergenin, ad okuyarak oya konulmasının istenmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkar ve buna gerek olmadığını, “memleket ve milletin bağımsızlığını sonsuza kadar koruyacak ilkeleri yüce Meclis’in oy birliğiyle kabul edeceğini” düşündüğünü söyler. Bu arada “oya konulsun” sesleri yükselir.  Sonunda, Başkan, oya koyar ve “oybirliği ile kabul edilmiştir” der.

Nutuk’ta, Atatürk’ün; “İşte Efendiler, Osmanlı saltanatının çöküp yıkılmasının son evresi böyle olmuştur.” ifadesinin ardından gelen yeni bölüm; “17 Kasım 1922 tarihli resmî bir telgrafın ilk cümlesine göre ‘Vahdettin Efendi bu gece saraydan kaybolmuştur.” cümlesiyle başlar. “Aynı günkü tutanakta okunmuş olan bir mektubun örneği ile ona ilişik bulunan -ajanslarla yayımlanmış- bir bildiri örneğini de tekrar okuyalım.” der Atatürk.

“Padişah İngiltere’nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz savaş gemisi ile İstanbul’dan ayrılmıştır... 17 Kasım 1922. İmza: Harrington…. Resmî olarak bildirilir ki, Padişah bugünkü durum karşısında özgürlüğünü ve canını tehlikede gördüğünden, bütün Müslümanların halifesi kimliğiyle hem İngiliz koruyuculuğunu ve hem de İstanbul’dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. Padişah’ın isteği bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye’deki İngiliz kuvvetlerinin Başkomutanı General Sir Charles Harrington Padişah’ı almaya giderek bir İngiliz savaş gemisine kadar kendisine eşlik etmiş ve Padişah vapurda Akdeniz filosu Genel Komutanı Amiral Sir de Brook tarafından karşılanmıştır. İngiltere Olağanüstü Komiser Vekili Sir Nevil Handerson Padişah’ı gemide görmeye giderek Kral Beşinci George’a bildirmek üzere isteklerini sormuştur.”

Atatürk bundan sonra General Harrigton’un Ulviye Sultan adında bir kadına gönderdiği Fransızca bir mektuptan da söz eder ve Türkçesini paylaşır. Mektup, “hiçbir karşılık verilmemiştir” notu konmuş olarak, olduğu gibi Refet Paşa’ya gönderilmiştir. Mektubun içeriğine göre; Malta’ya yaklaşmakta bulunan Padişah hazretleri, ailesinin durumu hakkında bilgi istemektedir. Harrington, geçen Cumartesi Yıldız’dan bilgi almış ve kadınefendi hazretlerinin sağlıklarının tam, neşelerinin yerinde olduğunu Padişah’a bildirmiştir. Ulviye Sultan aile ile ilgili bilgi verebilirse hemen Padişah’a iletmekten mutlu olacak ve saygılarının kabulünü rica edecektir. Atatürk, mektubu değersiz bulduğunu söyler ve “Kamuoyunu, gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı yeğlerim.” diyerek sözlerini şöyle sürdürür: “Yanlış bir soydan - geçme yönteminin sonucu olarak büyük bir makam, tantanalı bir san kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok yüksek, soylu bir milleti nasıl utançlı bir duruma düşürebileceği, o zaman, daha doğru anlaşılır. Gerçekten, hangi nedenle ve nasıl olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar aşağılık bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır. Şükürler olsun ki, bu alçak, soydan geçen makamından, millet tarafından indirildikten sonra, alçaklığını tamamlamış bulunuyor. Türk milletinin böylece daha önceden davranmış olması elbette, övülmeye değer. Güçsüz, bayağı, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık; kabul eden herhangi bir yabancının korunmasına girebilir; ama, böyle bir yaratığın, bütün Müslümanların halifesi kimliğini taşıdığını söylemek elbette uygun değildir. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, her şeyden önce, bütün Müslüman toplumlarının tutsak olmaları koşuluna bağlıdır. Oysa dünyadaki gerçek, böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca özgürlük ve bağımsızlığa bayrak olmuş bir milletiz. Değersiz hayatlarını iki buçuk gün daha, alçakça sürükleyebilmek için her türlü horlanmayı sakıncasız bulan halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece devletlerin, milletlerin, birbirileriyle olan ilişkilerinde kişilerin, özellikle kendi devlet ve milletin zararına da olsa, kişisel durumlarından ve canlarından başka bir şey düşünemeyecek aşağılık kişilerin önemi olamayacağı yolundaki bilinen gerçeği bir daha doğruladı.”

Atatürk, dış dünyaya da çağlar üstü bir mesaj yollayacaktır: “Uluslararası ilişkilerde, mankenlerden yararlanma yöntemini beğenme dönemine son vermek, uygar dünyanın içten dileği olmalıdır.”

Ne yazık “uygar ve gelişmiş” oldukları kabul edilen devletler, “çağı yakalayamamış veya az gelişmiş” olarak kabul edilen devletlerde manken kullanma yol ve yönteminden asla vaz geçmeyecek; yüz yıl da geçse, menfaat devşirme aracı zihniyet değişmeyecektir…

Canan Murtezaoğlu