Emperyalizm ya da yayılmacılık “bir devletin veya ulusun başka devlet veya uluslar üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkide bulunmaya çalışması” olarak tanımlanıyor. Ülkemizdeki yayılmacı ellerin, kendi çıkarlarına hizmet edecek ekipleri sık sık iktidara taşıdıklarını ve bunun için de dini kullandıklarını biliyoruz.
Geçen yıl, iktidarın üst seviye mensuplarından Ethem Sancak’a ait olduğu söylenen “AKP’yi iktidara ABD getirdi! … Biz Amerika’nın desteğiyle iktidara geldik.” sözleri ne kadar doğrudur, bilmiyoruz ancak Sancak’ın basına kapalı bir söyleşide bu sözleri sarf ettiği düşünülmüş olacak ki, AKP İstanbul İl Yönetimi’nin, kesin ihraç talebiyle disiplin sürecini başlattığı iddiası basında yer almıştı.
Dinin siyasete âlet edilmesine iki sıcak örnek de verebiliriz. Biri; Millet İttifakı’na oy vermek isteyenler için, Büyük Birlik Partisi’nin (BBP) Genel Başkanı Mustafa Destici’nin, “Hem bu dünyada hem de öbür dünyada çok ağır bedel ödemek zorunda kalırlar.” sözleridir ve bu sözler, yüz yılın âfetini yaşamış depremzedelere söylenmiştir bir çadır kent ziyaretinde. Diğeri ise Erdoğan ve Bahçeli’ye destek vermenin “imanî bir görev” olduğudur. Bu ifadenin sahibi de AKP’li Ağrı Belediye Başkanı Savcı Sayan’dır. Bu sözler -eğer eğip bükmezsek- şirk yani Allah’a ortak koşmanın dayanılmaz cehaletidir.
Anlaşılan ahiret müfettişliğine soyunanlar gerekli talimatları almış, din-iman satmaya başlamışlardır. Bu satış emin olun yaklaşmakta olan Ramazan nedeniyle de tavan yapacaktır! Dileğimiz, halkımızın Allah ile aldatılmaya set çekmesi, Ortaçağ karanlığına artık dur demesidir!
Şehit gazeteci Uğur Mumcu bir konuşmasında; Atatürk’ün, İstiklal Harbi sırasında dinin, özellikle işgalci İngilizler tarafından nasıl kullanıldığını gördüğünü ve laikliği getirmesinin (10 Nisan 1928) temel nedeninin de din üzerindeki siyasal ve ticarî amaçların ortadan kaldırılması olduğunu ifade etmişti.
Türk milletine düşen; Anayasa’ mızın; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” maddesine sahip çıkmaktır.
Biz şimdi yüz yıl öncesine, 1919’un son günlerine gidelim ve o gün sergilenen siyasî aldatma manevralarından 2023 seçimleri için ders çıkarabilir miyiz, bakalım…
Milletvekillerinin buluşma yeri olarak Ankara’yı gösteren Temsilci Kurul, bu durumu bir genelgeyle de bildirir ve olabildiğince çok kişiden görüşmelere katılmaları istenir. Fakat “bu iyilik-ister ve yurtsever girişim” İstanbul ileri gelenleri tarafından engellenmeye çalışılır. “Bunu bazı mebusların çektikleri telgraflardan anladık” der Atatürk Nutuk’ta.
Aydın Mebusu Hüseyin Kâzım’ın telgrafına göre milletvekilleri “en hızlı araçla” İstanbul’a gelmelidir. Akdağ Madeni Mebusu Bahri Bey ise bu durumu açıkça anlamadığını belirtir ve sorar: İstanbul’a çağrılanlar Temsilci Kurul’a üye seçilen mebuslar mıdır yoksa bütün mebuslar mıdır? Ne yolda davranması gerekmektedir? Benzer telgraflar birbirini izler. Yapılmak istenen; Temsilci Kurul’la İstanbul’daki kişiler arasında, yeni kararlaştırılmış bir durum varmış havası yaratmaktır.
Bu “hava yaratmak” daha net ifadesiyle kafa karışıklığı yaratmak ya da kendini sütten çıkmış ak kaşık göstererek başkalarına kara çalmak bugün için de geçerliliğini korumaktadır.
Mustafa Kemal Paşa, Temsilci Kurul adına önce baş vuran mebuslara şu karşılığı verir: “Hüseyin Kâzım Bey’in bildirdikleri ile bizim hiçbir yönden ilgimiz yoktur. Onun, durumu iyice bilmediği anlaşılıyor...” Bütün milletvekillerine de şu genelge yazılır: “Aydın Mebusu Hüseyin Kâzım Beyefendi’nin sayın mebuslardan bazılarına, çabuk İstanbul’a doğru yola çıkmalarını isteyen telgraflar çektiği anlaşıldı. Bu girişim, durumu iyice bilmediğini gösterdiğinden kendisine durum anlatıldı.”
Durum, İstanbul örgütlerine de bildirilir. Ancak onlardan haber beklenirken Temsilci Kurul’un İstanbul delegesi ve de bakan olan Savaşişleri Bakanı Cemal Paşa’dan 5 maddelik bir telgraf gelir. Özetle; Cemal Paşa, mebusların Ankara’da toplanmasını, İstanbul’da Meclis’in açılmasına engel görmektedir. Ankara’ya çağrılan mebuslar bunu ertelemeli ve orada toplananlar da İstanbul’a dönmelidirler.
Atatürk bunun üzerine sorar: “Efendiler, böyle davranmakta ve bildirim yapmakta, bir içtenlik ve soyluluk görüyor musunuz?”
Milletvekilleriyle toplantı yapma kararı bir buçuk ay önce alınmış bir karardır. Atatürk; “Eğer bu karar ülke yararına aykırı ve sakıncalı görülmüş idiyse” neden görüş ve girişimlerden haberdar edilmediklerini sorar ve ekler: “Şeyh Muhsinî Fanî’nin (Aydın Mebusu Hüseyin Kâzım Bey’in takma adıdır) ve İçişleri Bakanı’nın imzalarıyla, taşradaki mebusları sıkıştırıp şaşırtmak ve olup bitti yaparak bizim girişimimizi boşa çıkarmaya kalkışmak doğru muydu?”
Atatürk’ün bu sorusunu, 2023 Seçimi’ne hazırlanan Millet İttifakı da sormalıdır? Çünkü coğrafya aynı coğrafyadır ve mevcut iktidarın zihniyeti de yüz yıl öncesinin İstanbul hükümeti ile örtüşmektedir. Tedbirli, planlı ve gaflet uykusuna dalmadan yürümek lazımdır.
Atatürk, devamla, “İstanbul’da toplanmak aymazlığını gösterenlerin” kendi güvenliklerinin söz konusu olduğunu belirtir. Erzurum ve Sivas’tan beri “sonsuz girişim ve etkinliklerin başarısıyla” seçimlerin yenilenmesi ve her birine mebusluk da sağlandığı halde, “hiçbir önlem ve karar almadan, küçüksenme ve rezillikle karşılaşmak için” midir bu acele? Seçimler zaten aylardır yapılmamış ve yasal süre de çoktan bitmiştir.
Atatürk; “Temiz ve lekesiz arkadaşlarını aldatarak İstanbul’da, kendilerinin içinde bulundukları tehlike ve aşağılanma çemberine tezelden sokmak isteyen bu efendiler, Anadolu ve Rumeli Hakları Savunma Derneği’nden değiller miydi? … Bir derneğin bireyleri ve üyeleri, mebus olsalar bile, derneğin önderleri ile görüşerek sonunda saptanacak programa göre davranmak zorunda değil midirler?” diye sorar ve güçlü bir millî örgüte bağlı olmanın, saptanılan belirli amaçlardan ayrılmamanın yurt içinde ve dışında “en büyük güven ve saygıyı sağlayabileceği” ni de vurgular.
Devamında gelen soru cümlesi, “Yüzüncü Yıl” seçimi için de acı bir reçete niteliğindedir. Günümüz iktidarının diline doladığı “2023 hedefi” ne yani “orbuculum” (kristal küre) gerektirmeyen hedefine, panzehir bir reçetedir. Şöyle der Atatürk:
“Ve asıl, bu vicdan ve inanç sağlamlığına sahip olup belirli ulusal amacı elde etmek yolunda, her tehlikeyi göze almaya hazır bir durum ve tutum alınmadıkça, Meclis’in, kendisinden beklenilen hizmetleri yapmasına olanak bulunamayacağını anlamak, kâhin olmaya mı, yoksa, yapıldığı gibi, saldırı ve aşağılanmaya miskince boyun eğmeye mi bağlı idi?”
Sonradan öğrenilen bilgilere göre, Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf çeken kişiler bu işi Başbakan’ın talimatıyla yapmışlardır. Başbakan, Siverek mebusu Hakkı Bey ve Hüseyin Kâzım Bey’e telgrafı yazdırmış ve onlar da şifre olarak çekilmek üzere Cemal Paşa’ya götürmüşlerdir. Atatürk şöyle der: “Demek ki, beş maddelik olan ve önerge adı verilen telgraf, sonradan uydurulmuştur. Aslına bakılırsa, önergeden söz edildiği halde, bunun kime sunulduğunun bugüne kadar belli olmaması da işte hile ve özel amaç olduğunu göstermeye yeterliydi.”
“Hile ve özel amaç” 1938’den bu yana siyaset sahnesinde her vesile ile sürdürülmüş olsa da asıl yüzünü 21. yüzyılın başlamasıyla göstermiştir. Demokrasiyi araç olarak kullananların, gayenin vasıtaları mübah kıldığını düşünenlerin amacı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle “yeni ve şeytanca önlemlerle milleti aldatmak, birlik ve bağları gevşetmek” tir. “Domuz bağı” ile ünlenenler, “son dakika Atatürkçüleri” de bu amacın bir parçası mıdır, göreceğiz…
Ancak Türk Milleti olarak kararlıyız, Atatürk Cumhuriyeti’ni bu topraklarda tekrar yükselteceğiz; birileri istese de istemese de…
Canan Murtezaoğlu