Mustafa Kemal Paşa, 7 Kasım-24 Aralık 1916 günlerini kapsayan bir “günce” tutmuş; yaşadıklarını, düşüncelerini, Bitlis’e giderken yol boyu gördüğü içler acısı insan manzaralarını, yaptığı değerlendirmeleri bu güncenin sayfalarına notlar halinde kaydetmiş ve yaveri Şükrü Tezer’e teslim etmiştir. Bu notlar arasında ayrıca; içki konusuna bakışını, öksüz çocuklara yaklaşımını, okuduğu kitaplara yaptığı yorumları, tarihin akışına hakimiyetini, kumandanların birlikleriyle ilişkileri üzerine düşüncelerini, toplumun gelişiminde kadının yaşamsal yerini ve din hakkındaki görüşlerini de görebilirsiniz. Burada, din konusunda yaptığı şu ayrıntılı açıklamayı verelim:
“3 Aralık notları, ‘Allah’ı İnkâr Mümkün mü’ eserini bitirdim diye başlar ve ardından şu değerlendirmeleri yapar Mustafa Kemal Paşa: ‘Bütün filozoflar, çeşitli dinlere mensup natüralistler (tabiat felsefesi), akılcılar, materyalistler, hukukçular (ilim adamı), düşünürler, tasavvufçular; tümü, ruhun varlığı ve yokluğunu, ruh ve bedenin bir veya ayrı olup olmadığını, ruhun ölümsüz olup olmadığını inceliyor. Bu incelemede, bilim ve fenne dayananlar kabul. İmam Gazalî, İbn-Sîna, İbn-Rüşd gibi Müslüman imamların açıklamaları da sıradan görüş ve anlayıştan büsbütün başkadır; yalnız anlatımlarında çok rumuz (simge) var. Dindar düşünürler; şeriatın söylemlerini tefsir edebilmek için dil bilgisi kurallarını, bilimin kollarını ve felsefeyi evirip çevirme gayretinde olmuşlar.” (Tülay Hergünlü-Canan Murtezaoğlu; Hiçbir Şey Bitmedi, Cinius Yay. 2024, s. 65)
Notlardan da anlaşılacağı üzere Atatürk iki noktaya dikkat çekmiştir: Birincisi, ruh konusundaki incelemeler bilim ve fenne dayanırsa bir anlam ifade edecektir. İkincisi de şeriatın söylemlerini açıklamak için dil bilgisi, felsefe ve bilim “evirip çevirme” âleti yapılmamalıdır. Ne yazık ki bu “evirip çevirme” günümüzde de sürmekte; kalıplar, kalıplaşmalar -şu veya bu nedenle- bir türlü aşılamamaktadır. Oysa ki evren muhteşem bir bilimler bütünü değil midir? Evren canlı ve cansız, madde ve mana olarak her şeyi kapsadığına göre; somut kanıt sunan bilim onun bir parçası olduğu gibi, somut kanıt sunmayan, rivayetler üzerine kurulan din/dinler ve mitoloji de ondan bir parçadır. Geçmişte soyut kabul edilen bilgiler her geçen gün somut hale de gelebilmektedir. Örneğin, teknoloji kullanılarak oluşturulan kurgular ile gerçek ve hayalin birleştirilmesi olan sanal gerçeklik yaşamımızın bir parçası olmaya başlamıştır. Atatürk’ün dikkat çektiği “bilim ve fenne dayanmak” da budur.
İnsanın akıl ile donatılmasının nedeni, bu aklı işleterek hem evren bilimini hem de kendi varoluş ilmini okuyabilmesidir, diyebiliriz. Ama her zaman böyle mi olmuştur ya da olmaktadır?
Yine din konusuna dönelim ve şunu soralım: Bugün din, bir tabu olmaktan kendini kurtarabilmiş midir? Din hâlâ çoğunluk için korkuyla karışık saygı duyulan bir kutsal, bir dokunulmaz, değil midir? Aklını kullanarak dini sorguladığı için öldürülen, yerini yurdunu terk etmek zorunda kalan, bulunduğu sosyal yapılardan dışlananlar yok mudur?
Tarih boyunca krallar, çarlar, padişahlar, sultanlar, vs. kendilerine yüklenmiş “seçilmiş kişi, Allah’ın gölgesi” vehmi ile yönetmiştir. Ancak iş bununla da kalmaz; dinin temsilcisi sanını taşıyanlar (haham, papaz, imam, vs.) da neredeyse dokunulmaz kabul edilir çünkü yerleşmiş anlayış, kavrayış ve algılamada onlar Rab, Göklerdeki Babamız ve Allah’ın temsilcilerinin yani peygamber sanlı kişilerin temsilcileridir. Bu durumda şeyh-şıh-mele-efendi-dede-baba sanlarını takınanlar da bu dokunulmazlıktan, bu temsiliyetten pay kapacaktır, değil mi? Haklarıdır doğrusu; çünkü ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider!
İş sadece dini temsil ettiklerini söyleyenler arasında da kalmaz. Örneğin, ülkemizdeki siyasetçiler “sadece milletin değil ümmetin umudu” olmaktan dem vururken kullanılan “emtia” din değil midir? Bir kısım seçmenin oyu, “alnı secdeli” ifadesi ile özdeş değil midir, üstelik de her türlü yoksulluk, yolsuzluk, sapkınlık ortada iken! Acaba bu tepe zihniyet nedeniyle midir, okunmuş su yapmak için bardak boyutunda ayet basılı sayfaların satışa sunulması ya da boş şişelerde satılan yarım hatim-tam hatim safsatası ve de bunların alıcı bulması! Bu bağlamda Atatürk’ün konu ile ilgili şu değerlendirmesini hatırlatalım:
“… Ama, bunca yüzyıllarda olduğu gibi, bugün de ulusların bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak, bin bir türlü siyasa ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için dini araç olarak kullanmaya kalkışanların yurt içinde ve dışında bulunuşu bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki şimdilik alıkoyamıyor. İnsanlıkta din duygu ve bilgisi, her türlü boş inançlardan sıyrılarak gerçek bilim ve teknik ışığıyla arınıp olgunlaşıncaya değin, din oyunu oyuncularına, her yerde rastlanacaktır.” (Canan Murtezaoğlu; Neden Ulu Türk Ulu Kağan, Cinius Yay. 2024, s. 284)
Dünyayı “din oyunculuğu” sarmıştır dersek abartmış olmayız! Son tepe örnek Biden’dır. Biden önce “ancak Tanrı isterse yarıştan çekilirim,” demiş, sonra çevresindeki şişkin cepli güçlü “tanrılar” bastırınca, adaylıktan çekilmiştir. Şimdi bu durumda Biden ve benzerlerinin tanrısı kimdir? Dünya ülkeleri daha ne kadar “din oyunu oyuncuları” ile yönetilecektir? Kutsal kabul edilen metinlerdeki ifadelere dayanarak diyebiliriz ki ganimetin esas alındığı; Haçlı Seferleri, Arap İstilaları ve Siyonizm başlıklarıyla özdeşleştirilen, aynı yarımadada ortaya çıkmış üç din daha ne kadar insanlığı güdecektir?
İnsanoğlu her şeye rağmen doğayla, doğasıyla bütünleşmeyi sağlayabilmek için, “ganimet istemeyen tanrı” arayışını sürdürmelidir.
Canan Murtezaoğlu