Coğrafya kader midir (1)

Hergünlü/Mali Müşavir

 

 

İbni Haldun “coğrafya kaderdir” derken bizim ülkemizi kastetmiş olmalı. Sancılı bir coğrafyanın üzerinde yaşamanın bedelini çok acı ödüyoruz. Tabi bu yaşadıklarımızı sadece coğrafî konumla ya da “kader” ile izah edemeyiz. Kuşkusuz, Atatürk’ten sonra iş başına gelen mirasyedi iktidarların, bu ülkeyi her açıdan güçlü ve söz sahibi bir ülke haline getirememesinin payı daha fazladır. Ne demişti Mustafa Kemal Atatürk; “Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadî zaferlerle desteklenmezse payidar olamaz, az zamanda söner.” Türkiye, ekonomik açıdan güçlü olabildi mi; sanayi ve teknolojisini 21. yüzyılın gerektirdiği seviyeye getirebildi mi? Hayır! Hal böyle olunca da emperyalist ülkelerin Türkiye üzerindeki emelleri sona ermiyor.

Yıllardır iç kargaşa, etnik ve mezhepsel kışkırtma ve terör belasını başımızdan eksik etmediler. İşte yine yeni bir terör saldırısıyla karşı karşıya kaldık. 13 Kasım 2022 Pazar günü, İstanbul’un en işlek caddesi olan İstiklâl caddesinde yine bomba patlatıldı. İkisi çocuk, dördü çok genç altı insanımızı kaybettik. Yetkililer, bombayı bırakanın PKK/PYD/YPG terör örgütü mensubu bir kadın terörist olduğunu açıkladılar. Terörist, örgüt tarafından özel istihbarat elemanı olarak yetiştirilmiş ve Afrin-İdlib üzerinden Türkiye’ye eylem yapmak için kaçak yollarla giriş yapmış. (Basın) Bir terörist hem kaçak yollarla ülkemize giriyor, hem de Esenler’e yerleşiyor ve dört ay boyunca bir tekstil atölyesinde çalışıyor. (Basın) Kadının kıyafeti bile normal bir türbanlı ya da çarşaflı kadının tercih etmeyeceği bir askerî kamuflaj kıyafeti...

Ülkemizin sınırlarının âdeta bir “yolgeçen hanına” döndüğünü dünya âlem biliyor. Milyonlarca Suriyelinin, yüz binlerce Afganlının ve sayıları her geçen gün artan Afrika kökenli zencilerin ülkenin dört bir yanında koloniler halinde yaşadığı bunun en açık göstergesi. Türkiye, Cumhuriyet tarihinde böyle bir göç dalgasıyla karşılaşmadı. Ülkenin demografik yapısı değiştirildi. Belki bir 10-20 yıl sonra Türkiye nüfusunun 1/5’i Suriyeli olacak. Tabi Suriyeli nüfusu Afganlılar ve Afrikalılar takip edecek; çünkü her ailede en az üç-beş çocuk var ve de hızla çoğalıyorlar.

Suriyeli seçmen sayısının on kat arttığını belirten Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş şöyle diyor; “Sadece Reyhanlı’da en son açıklanan Türk nüfusu 98 bin 500, Suriyeli nüfus ise 131 bin civarında. Reyhanlı’da 12 ilçemizin nüfusundan daha fazla Suriyeli yaşıyor. Suriyelilerin doğum oranı da oldukça fazla.” Sanırız sırf bu açıklama bile Türkiye’deki mülteci tehlikesinin boyutlarının anlaşılması için yeterli olacaktır.

Patlama olayına geri dönecek olursak… 2016’dan itibaren böyle acılar yaşamıyorduk. Ne oldu da terör tekrar gündemimize girdi; şimdilik bilemiyoruz ancak bildiğimiz bir şey var ki gerçekten de çok sancılı bir coğrafyada yaşıyoruz. Şimdi biraz geriye dönelim ve bugünleri neden yaşadığımızın cevabını o günlerde arayalım.

1918 yılı Osmanlı İmparatorluğu’nun tam teslimiyet fermanı olan Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı uğursuz bir yıldır. Anlaşma, 30 Ekim 1918 tarihinde, İtilaf Devletleri adına İngiliz Akdeniz Filosu komutanı Amiral Calthorpe ile Osmanlı Devleti adına Rauf, Reşat Hikmet ve Sadullah Beyler tarafından imzalanır. İmparatorluğun başında, son padişah VI. Mehmet yani Sultan Vahdettin bulunmaktadır. İngilizler hiç vakit kaybetmeden, Musul’u işgal ederler. (3 Kasım 1918) Ortadoğu petrollerinin ele geçirilmesi için ilk adım atılmış, petrol zengini Musul ele geçirilmiştir.

Almanya I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıktığı için Osmanlı Devleti de “yenilmiş!” sayılmıştır. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 7. ve 24. Maddeleri gereği Türk toprakları işgal edilir. Mütarekeye en sert tepki, o tarihte Adana’da bulunan Mustafa Kemal’den gelir. Mustafa Kemal, bu hükümler aynen uygulandığı takdirde vatanın işgal ve istila edileceğini bildirerek yetkilileri uyarır. İngilizlerin Musul’dan sonra İskenderun’a da asker çıkaracağını öğrenince, İngiliz kuvvetlerine karşı mücadele edeceğini bildirir. Bunun üzerine telaşlanan hükümet, Yıldırım Ordu grubunu lağvederek, Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırır. Mondros Antlaşması gereği itilaf devletlerine ait büyük bir filo İstanbul Boğazı’na girerek şehri işgal eder. İngiliz donanmasına ait zırhlılar toplarını Dolmabahçe Sarayı’na çevirirler. Bu duruma bizzat şahit olan Mustafa Kemal yaverine, “Geldikleri gibi giderler!” diyecek ve haklı çıkacaktır.

1919 yılına gelindiğinde Mustafa Kemal artık kararını verir. Kurtuluş hareketini Anadolu’dan başlatacaktır. Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan ayrılır; 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a ayak basar. 22 Mayıs l919 tarihinde ise Sadaret’e bir rapor göndererek şöyle der: “… Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef kabul etmiştir. Artık yaydan çıkan okun geri dönüşü yoktur! Bağımsızlık mücadelesinin meşalesi Samsun’da yakılmıştır.”

1920 yılına gelindiğinde Türkiye istiklâli için savaşırken işgalci devletler de boş durmamaktadır. Türk topraklarında sözde Kürt devleti kurulması için önce Londra’da bir toplantı yaparlar. Buradan bir sonuç alınamayınca, bu kez İtalya’nın San Remo kentinde toplanırlar ve bölgede bir “özerk Kürt devleti” kurma kararı alırlar. Karar, San Remo Antlaşması’nın 5 sayılı toplantı eki ile dünyaya ilan edilir. Bu kararla söz de Kürdistan sınırı, “Fırat’ın doğusunda, Ermenistan’ın güney sınırlarının güneyinde, Suriye ve Irak-Mezopotamya kuzey sınırlarının kuzeyinde çoğunlukla Kürtlerin bulunduğu bölgeler” olarak belirlenir. Yani bugünkü Irak, İran, Suriye ve Türkiye topraklarında bulunan bölgeler… Anlaşmanın uygulanması için İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerinin oluşturacakları bir de ortak komisyon görevlendirilir. 1922 yılında İngiliz Malaya zırhlısı ile ülkesinden kaçacak olan Padişah Vahdettin; Kral Hüseyin’in çağrısı üzerine önce Mekke’ye gidecek, burada aradığını bulamayınca da ilginç bir tesadüf eseri Türkiye’nin parçalanma anlaşmasının imzalandığı San Remo’ya yerleşecektir…

Mondros Anlaşması’nın üzerinden iki yıl geçmiştir. Bu kez 10 Ağustos 1920 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını ve emperyalist devletler tarafından paylaşılmasını sağlayan 433 maddelik Sevr Antlaşması imzalanır. İflah olmaz bir Türk düşmanı olan İngiliz Lloyd George, 29 Ekim 1919’da Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada şunları söyler: “Dünyanın en zengin topraklarından biri olan geniş bir ülkeyi (Türkiye) Türk’ün mahvedici nüfuzundan azad eyledik. Medeniyet yüzlerce yıl bu yolda başarısızlığa uğradıktan sonra İngiltere bunu gerçekleştirdi.”

İşte Sevr Antlaşması, bu Türk düşmanı kafaların yıllardır üzerinde çalıştıkları bir emperyalist planın uygulamasıdır. Bütün amaçları, Türkleri Avrupa’dan dolayısıyla da Anadolu’dan kovmak; bereketli topraklarının üzerine oturmaktır. Ancak ve ne yazık ki, mütareke basınının, Veliaht Abdülmecit’in, hatta Tevfik Paşa’nın bile isyan ettikleri Sevr Antlaşması, “Mevcut durumu korumanın, tamamen mahvolmaktan daha uygun olacağı” düşüncesine sahip olan Osmanlı Padişahı Vahdettin tarafından onaylanır. 22 Temmuz 1920’de Yıldız Sarayı’nda toplanan Saltanat Şûrası’nda, Sevr’in maddeleri oylanırken, Damat Ferit şu sözleri söylemiştir; “Paris’te imzalamamız istenen antlaşma, İstanbul’u ve küçük bir toprak parçasını bize bırakıyor. Antlaşmayı imzalarsak, iyi kötü bu kadar bir varlığımız olacak. İmzalamazsak dünya haritasından silinmekle tehdit ediliyoruz. Bu antlaşmanın imzasını oya sunuyorum. Susanlar ‘imzalayalım’ demiş sayılacaktır.”

Sevr Antlaşması, Bizzat Vahdettin’in huzurunda, Saltanat Şurası’na davet edilen 43 kişinin 42’si tarafından kabul edilir. Hâdi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşat Halis beylerden oluşan Osmanlı heyeti; 10 Ağustos 1920’de Fransa’da, Paris’in banliyösündeki Sevr kentinin porselen imalâtıyla ünlü fabrikasının çinili konferans salonunda, bu utanç belgesini imzalarlar. San Remo Anlaşması’nın yukarıda belirtilen “Kürt maddesi” de Sevr Anlaşması’nın 62. 63. ve 64. maddesi olarak benimsenir. Bu maddelere göre; Sevr Antlaşması’nın “Kesim III, Kürdistan” başlıklı bölümündeki 62-64. maddelere göre Kürdistan’a önce “özerklik” sonra “bağımsızlık” verilecekti. 62. maddeye göre Sevr Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonraki 6 ay içinde İstanbul’da İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinden üçer kişilik bir komisyon toplanıp “Suriye, Irak ve Türkiye sınırının kuzeyinde Kürtlerin sayıca üstün olduğu bölgelerin yerel özerklik planını” hazırlayacaktı. 63. maddeye göre Türkiye, bu komisyonların “Özerk Kürdistan” kararını kendisine bildirildikten sonra üç ay içinde yürürlüğe koymayı kabul edecekti. 64. maddede ise açıkça “Bağımsız Kürdistan” dan söz ediliyordu. “Kürtler bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak” Milletler Cemiyeti’ne başvurursa ve Milletler Cemiyeti de bunu kabul edip Türkiye’den, “bu bağımsızlığı” kabul etmesini isterse, Türkiye bu bölgeler üzerindeki bütün haklarından vazgeçecekti. Maddenin devamında da Musul’daki Kürtlerin bu “Bağımsız Kürt Devleti” ne katılmalarına Müttefik devletlerin hiçbir şekilde karşı çıkmayacağı belirtiliyordu.

 

Devam edecek…

Tülay Hergünlü

İstanbul, 14 Kasım 2022

 

 

Yararlanılan Kaynak:
Tülay Hergünlü; İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne -Türkiye’nin Hafızası- 1914-2002