İlk yazımda, genel olarak ülke siyasetine değinmiş ve “Şimdi işe yarayacak tek şey dip dalgası yaratacak bir örgütlenmedir! Zamanın ruhu, bu devrim örgütlenme için çok uygundur!” demiştim. İkinci yazıma; 2019’da yine analar ağladı, çocuklar öksüz ve yetim kaldı, ocaklar söndü, diye başlayacağım.
2019’da 174 şehidimiz var… Her zamanki gibi ateş düştüğü yeri yakıyor, vatan için kanını dökenler de haberlerde sayı olarak yer alıyor. Şehit haberleri genelde “dağlar temizlendi” ifadesinin ardından veriliyor, ayrıntıya girilmiyor. Millet olarak kahırlanarak şehit cenazelerini izlemeye devam ediyoruz ve daha ne kadar izleyeceğiz, bilemiyoruz! Kısır döngüden çıkamıyoruz; sığ siyasetten kurtulamıyoruz. Türkiye’de elbette siyaset yapılıyor ancak bunun ne kadarı ülke için yapılıyor sorusu, beynimizi hep kemiriyor!
2019’da 474 kadın erkekler tarafından öldürüldü… Kadına şiddet binbir suratıyla sahnede olmaya devam ederken, şiddetin rengi mor mu turuncu mu tartışmaları yaşanıyor. Renk psikolojisi konusunda uzmanlaşmış Alman Prof. Harald Braem; “Erkeksi kırmızı ile kadınsı mavinin karışımı, kadın hareketleri açısından aynı zamanda hakların eşitliğini simgeler.” diyor. Birleşmiş Milletler ise şiddete karşı duyarlılığın gelişmesi için 2013 yılında çağrı yapmış; kadına yönelik şiddettin rengi turuncu olsun demiş! Artık bir karar verseler; mor mu turuncu mu diye ya da sormak lazım kim karar veriyor, diye! Birileri cinayetin rengini tartışa dursun, kadınlar şiddet görmeye devam ediyor, hunharca öldürülüyor.
İnsanlık adına arpa boyu ilerleme var mı, siz karar verin! Çünkü İnsan Hakları Bildirgesi: Kadınların, kadın olmaları nedeniyle karşı karşıya kaldıkları insan hakları ihlallerine değinmiyor. İnsan haklarına kadın-erkek eşitliği açısından yaklaşmıyor. Kadınların özel alanda, yani aile içinde ya da işyerinde yaşadığı birçok insan hakları ihlalini yok sayıyor. Kadınlar, erkeklerden farklı olarak, özellikle aile içinde, örneğin, okula gönderilmemek, zorla evlendirilmek, çalışmasına izin verilmemek, aile fertleri tarafından şiddete maruz bırakılmak, namus adına şiddet yaşamak ya da öldürülmek gibi birçok insan hakları ihlaline maruz kalıyor. Bildirge, kadını, koruyucu önlemlerin kapsamı dışında bırakıyor.
1979’da “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) imzalanıyor. Ardından Birleşmiş Milletler İkinci Dünya İnsan Hakları Konferansı (1993) ile “kadın hakları insan haklarıdır” deniyor! Nihayet 21. yy.’da “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” yani İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe giriyor. (1 Ağustos 2014)
Burada şu ara bilgiyi de aktaralım: Sözleşme, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılır, Başbakan Erdoğan ilk imzayı atar. Sözleşme’yi parlamentosunda onaylayan ilk ülke Türkiye’dir. 20 Mart 2021 tarihine gelindiğinde ise 3718 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile sözleşme feshedilir. Diğer yandan, cemaatlerin İstanbul Sözleşmesi’ne karşı oldukları da açıkça bilinmektedir. Özellikle İsmailağa Cemaati, Sözleşme’nin, “İslamî değerlere savaş açma hüviyeti taşıdığı” nı düşünmektedir. İddia odur ki Sözleşme, “kadına yaratılış amacının aksine misyonlar” yüklemektedir. (https://yetkinreport.com/2020/07/08/ismailaga-cemaati-ister-de-istanbul-sozlesmesi-kalir-mi/)
Bu noktada, neden sonuç alınamıyor sorusunu sormuş ve “sıradanlaşan haklar” başlığı ile ekranlardan iki örnek vermişim: Birinde sunucu, konuğuna; “Kadın haklarını anlattınız, şimdi de hayvan haklarına geçelim!” diyerek görevini yapmanın mutluluğuyla programa devam ediyor! Kimsede “tık” yok! Diğerinde de, seçme seçilme hakkı nedeniyle onurlandırılan kadınların görüntüsüne dayanamayan başka kadın/kadınlar; bırakın bu işleri de biraz da hayvan haklarına saygı gösterin, diyor. Yine kimsede “tık” yok! Şiraze gerçekten kaymış! Demek ki kadın hakları; erkek olsun kadın olsun, bazıları için hâlâ bir zihniyet meselesi haline gelememiş!
Kadın haklarını mesele edinen zihniyetin üstü ise yüz yıldır siyasî ve akademik olarak ya da dincilik eliyle birileri tarafından örtülmeye devam ediyor. Biz de hatırlatmaya devam edelim yüz yıl önce sergilenen cesur demokrasiyi. Şöyle ki, Mustafa Kemal Paşa, 1924 Anayasası 10. ve 11. maddelerine “kadın” kelimesini ekleterek toplumda değişimi başlattı. 1934’te demokrasi hayat buldu. (kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkı) O gün demokrasi nasıl hayat bulduysa, bugün siyasî partilerin yönetimlerinde uygulanması beklenen/gereken “eşit temsil” de toplumu yeniden harekete geçirecektir.
Bu bağlamda, kadına karşı şiddet eylemlerine katılan kadınlara da Atatürk’le yürümelerini önermek yerinde olacaktır. Siz bakmayın öyle, “… Tamam kadınlar Atatürk’ü seviyorlar, laikliği önemsiyorlar da…” diyerek Atatürk’ü geçmişten bir hatıra olarak göstermek isteyenlere ya da kadın direnişini övgüyle anlatan sunucuların, yazarların, siyasetçilerin kulağa hoş gelen anlık/günlük sözlerine! İhtiyacımız olan; kadın konusunu bir zihniyet meselesi yapan ve kadının toplumda yer bulmasını sağlayan Atatürk aklıdır. İhtiyacımız olan; yüz yıl öncesinin cesaretine sahip çıkmak ve kadına “meta” gözü ile bakan zihniyetlerin artık iktidar olmaması için gerekeni yapmaktır.
Mustafa Kemal Atatürk ile bir Türkiye mucizesi doğdu. Ancak onun “kadın-erkek” eşittir zihniyetini bile yerleştiremedik, yeşertemedik! Yüz yıl önce, “Bu derece değişen Türkiye’de kadının kaderi nasıl olacaktır?” diye sorgulayan Fransız gazeteci Berthe G. Gaulis’ye, “Tam eşitlik! Bizdeki hakların hepsine sahip olacak!” diyen Atatürk’ün zihniyetini henüz içselleştiremedik. Ne zaman gereğini yapmaya başlayabilirsek sorunların da o zaman çözüldüğünü görebileceğiz.
Notlarıma; ülkemizde üç somut gerçek hiç değişmiyor diye devam etmişim: şehit cenazesi, öldürülen kadın, çocuğun istismarı!
2019’da çocuklara yönelik cinsel istismar… Adalet Bakanlığı adlî istatistiklere göre “çocuğun cinsel istismarı davaları” ndaki suç sayısı 22 bin 689! Yine aynı kaynağa göre, “vücut dokunulmazlığına karşı işlenen suç” sayısı 526 bin 517.
Her olaydan sonra halk, özellikle kadınlar ayağa kalkıyor, meydanlara çıkıyor. Toplumun hafızası tacizcilerin aklandığı davalarla dolu; inançların, toplumsal alışkanlıkların paravan olarak kullanıldığı biliniyor. Basının sayfaları, sosyal medya; bu yüzyılın başından beri iktidarda olan zihniyete sırtını dayayanların fetvaları, din soslu açıklamaları, tarikat yurtlarında yaşanan istismar vakaları ve bunların örtbas edilmeye çalışılması haberleriyle dolu. Ancak sonuçta, yaşayan yaşadığı ile baş başa kalıyor; şiddet, öldürme, tecavüz ne kadının ne de çocuğun yakasını bırakıyor; olayların insanî boyutu hayatın akışı içinde yitip gidiyor ve her can bir “sayı” ya dönüşüyor!
İktidarın gündemi ise “haram” sigara! Ali Erbaş’ın “sigara haramdır” sözlerine destek veren Erdoğan: “Cumhurbaşkanı olarak sevdiklerime diyorum ki inanın bu haramdır. Diyanet İşleri Başkanımız da söyledi, haramdır!” diyerek yaşamsal (!) bir konuya dikkat çekiyor. Buraya bir not düşelim: Erdoğan iki yıl sonra artık sözlerini teyit için haram kelimesini kullanmayacak, “nass var nass” diyecektir!
Diyanet iktidarın hizmetinde, iktidar Diyanet’in hizmetinde! Vatandaş da Diyanet kapatılır, tarikatların/cemaatlerin eline kalırız diye, korkuyor! Ancak özellikle 1980’den sonra tarikatlar/cemaatler neyi/nereyi/nasıl yönetiyorlar diye sorgulamıyor? En tepeden en dibe siyasilerin, şeyh/şıh/mele/dede eli-eteği öptüklerini, dizlerinin dibine çöktüklerini ise görmezden geliyor!
Sözün özü geleceğimize hâkim olma şansımız azalıyor. Dinci/kinci siyaset yapanlar, Mevlana’nın “… ne elbiseler gördüm içinde adam yok” misali cisimleşmiş, yol almaya devam ediyor. Bilindik, kapalı mekân siyaset yöntemleriyle yürüyerek sonuç almak da artık mümkün değil! Değişim şart! Dip dalgası yaratacak bir örgütlenme şart! Yereldeki başarı, siyasi parti tabanı ve gönüllülerin birleşmesiyle yakalandı. Bu birlikteliği ayrıntılı bir örgütlenme modeline çevirmek şart! Yürünecek yolu Atatürk gibi, yani halkla bütünleşerek ve toplumun dokusunu dikkate alarak yürümek şart! Esen kalın…
Canan Murtezaoğlu