Bugün televizyon ekranlarında bir haber görüntüsü yer aldı. Antalya’nın Kepez ilçesinde iki katlı gecekondunun birinci katında çıkan yangında, evde yalnız olan 8, 6 ve 2 yaşlarındaki üç küçük çocuk mahsur kalır. Çocukları duman ve alevlerin arasından itfaiye erleri kurtarır ve sağlık kontrolünden geçirilmeleri için ambulansa bindirirler. Ancak çocuklardan birisi ağlayarak hastaneye gitmek istemez. Sağlık görevlisi, “annem kızar diye korkuyor,” açıklamasında bulunur. Diğer görevli, “Annen de gelecek, bekle,” diyerek çocuğu sakinleştirmeye çalışır. Çocuk yine ağlayarak şöyle cevap verir:
“Ama annemin parası yok...”
İtfaiye ve sağlık ekipleri, ağlayan çocuğu, “Orada para almayacaklar, ağlama sen, bak kardeşin ağlıyor mu,” diyerek teselli etmeye çalışırlar.
“Annemin parası yok”
Bu sözler, en vicdansız insanın bile kalbini sızlatacak kadar ağırdır...
Bu sözler, en utanmaz insanın bile utançtan yüzünü kızartacak kadar ağırdır...
Bir çocuğun ağzından dökülen bu cümle, 21’nci Yüzyıl Türkiye’sinde çocuk olmanın en ağır feryadıdır...
Altından kalkılamaz...
Bizim çocuklarımız...
Bizim çocuklarımız, parasızlığa, derin yoksulluğa ve ana-babalarının çaresizliğine şahit olarak büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, pazarlardan, çöp konteynerlerinden çürük gıda toplayarak büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, çöp konteynerlerine atılan giyecekleri toplayarak büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, annelerin topladığı atık gıdalarla beslenerek, atık giyecekleri giyerek büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, bir kalem pirzolaya, bir küçücük çikolataya hasret olarak büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, market kasalarında annelerine, “anne bari muzu bırakmasaydın,” diye yalvararak büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, babaları evin kirasını ödeyemediği için ailece sokaklara atılarak, büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, bayramlarda bir yeni kıyafet giymeye, bir oyun alanına gitmeye hasret olarak büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, bir oyuncağa sahip olmadan büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, arkadaşlarına imrenerek büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, eğitimden ve fırsat eşitliğinden yoksun bırakılarak büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, üç tarafı denizlerle çevrili İstanbul’da denizi görmeden yaşamak zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, sinemanın, tiyatronun, müzenin ne olduğunu bilmeden büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, tatile gitmenin ne anlama geldiğini bile bilmeden büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, herkesin gözünün önünde dilendirilerek büyümek zorunda kalıyorlar.
Bizim çocuklarımız, iş kazalarında ölüyorlar; küçücük bedenleri, kaldıramadıkları işlerin ağırlığında ezildiği için...
Bizim çocuklarımız, yoksulluk nedeniyle çıkan yangınlarda ölüyorlar.
Bizim çocuklarımız, bebeklerimiz, sadece kazanç peşinde koşan acımasız lüks otel sahiplerinin ve denetim görevini yerine getirmeyen sorumsuz yetkililerin ihmali nedeniyle yanarak, dumandan boğularak ölüyorlar.
Bizim çocuklarımız, tarikat yurtlarında çıkan yangınlarda ölüyorlar.
Bizim çocuklarımız, yoksulluğun çıkardığı yangınlarda ölüyorlar.
Bizim çocuklarımız, bebeklerimiz yetişkinlerin cinsel tacizleri sonucunda ölüyorlar.
Bizim çocuklarımız sorumsuz müteahhit ve denetim görevini yapmayan yetkililerin ihmalleri nedeniyle göçük altında kalarak ölüyorlar.
Bizim çocuklarımız aile meclisleri tarafından katledilerek dere kenarlarına atılıyorlar.
Bizim çocuklarımızın katledilen körpe bedenleri göl kenarlarına atılıyor.
Bizim çocuklarımız, depremlerde, evlerinin önünde, sokakta oynarken, bakkala giderken kayboluyorlar.
Bizim çocuklarımız çocukluklarını yaşayamadan büyüyorlar.
Bizim çocuklarımız, çocuk olamadan büyümek zorunda kaldıkları için aslında hiç büyüyemiyorlar.
Bizim çocuklarımız hayal bile kuramıyor, çünkü onların hayalleri daha ana kucağındayken öldürülüyor.
“Ama annemin parası yok...”
Bu cümlenin dışında yazılan her sözcük anlamını yitiriyor.
Sizleri bilmem ama ben bu sözün ağırlığının altında ezildim.
Çünkü o çocuğun annesinin “parası yok...”
Tülay Hergünlü
İstanbul, 29 Ocak 2025