Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk hocanın rekorlar kıran “Allah ile Aldatmak” kitabının adı, bu yazımın başlığına ilham oldu.
Din konusu; bir “yaratıcının” olduğuna inananlar açısından, hassas bir konudur. Büyüklerden ve atalardan kulaktan dolma duyduklarımızı din sanarak yaşayıp, aslını astarını sorgulamasak da; çoğumuz için önemli konudur dini inançlarımız.
Kimi için sorgulanamazken, kimi için de sorgulamadan olmaz! Bana kalırsa; her şey sorgulanabilir, sorgulanmalıdır da! Aksi takdirde, en hassas olduğumuz konuda, “aldatılma” ihtimalimiz çok yüksek olur!
Neye inanacağız, niye inanacağız, nasıl inanmalıyız? Bunu da anlamanın yolu sorgulamadan olmaz!
Bir dini inanca sahip olmak, pek çoğumuz için veridir. Ailemiz ya da çevremiz tarafından öğretilen, onların inançlarının bize “yüklenmesiyle” oluşan bir veridir. Takım tutmak gibi bir tarafı vardır. Örneğin; koyu Fenerbahçeli bir babanın oğlunun Galatasaraylı olması pek mümkün değildir. Din konusu tabi ki çok daha köşeli ve hassas bir konudur ama takım tutmakla benzeştirdiğim tarafı şu ki; ailemiz ya da içinde bulunduğumuz çevre bizi nasıl şekillendirdiyse, genellikle bizim doğrumuz da o doğrultuda olur ve değişme ihtimali zordur. En azından çaba gerektirir.
İçine doğduğumuz ailemizin ve çevremizin bizi şekillendiriyor oluşu normal bir durumdur elbette. Sorun, vicdana, akla, mantığa ve bilime muhalefet etse de, bize “yüklenen” değerlere sıkı sıkıya tutunup, değiştirmeye direnç gösterdiğimiz noktada başlıyor.
Teist ya da ateist fark etmez. Herkes kendi inandığı şeyin en doğru olduğunu düşünür ve onu destekleyici kanıtlar bulmaya çalışır. Hatta bazen “kanıtları çarpıtabilir” bile! Bu kanıt çarpıtma işinin bilimsel açıklaması da var ama şimdi konumuz bu değil.
Gelelim başlığa esas olan, “Allah’tan korkma” meselesine.
İçinde yaşadığımız toplumda “Allah korkusuna” olumlu anlamlar yüklenir. En azından imanı olan kişiler arasında olması beklenen bir haslettir “Allah korkusu”. “Kork Allah’tan korkmayandan” deriz mesela. “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz” denir. Ya da “Hiç mi Allah’tan korkmazsın” derken, aslında dolaylı olarak demek istediğimiz; Allah’a inanan birinin “korku” yoluyla olumsuz eylemlerden sakınmasının beklentisidir. Ha bir de “Allah çarpar” diyerek onu iyiden iyiye korku unsuruna dönüştürürüz, o da ayrı.
Niye Allah’tan korkmamız gerekiyor?
Allah, kendini Rahman ve Rahim olarak tanımlıyor kutsal kitabımızda. O sonsuz sevginin ve merhametin kaynağı, karşılıksız seven, bağışlayan, ne olursak olalım af dileyebileceğimiz, şefkatine sığınabileceğimiz, kendisinden başka sığınılacak liman olmayan bir varlık iken; sürekli bir şeylere kızan, öfkelenen, insana “azap eden”, “ceza” veren, âdeta açık arayan, korkulası bir varlık olarak kazılır benliğimize. Geleneksel din öğretilerinde, tuzak kurup düşmemizi bekleyen, neredeyse yanlış yapmamızdan “mutlu olan” bir yaratıcı modeli dayatılır âdeta. Haliyle böyle bir varlıktan “korkmamız” kaçınılmaz olur.
Allah’ı sürekli “azap” yağdıran, “ceza” veren bir varlık olarak algılıyor olmamız, belki kısmen çeviri kaynaklı hatalar, kısmen de Kur’an’ın mesajını yüzeysel okuyup anlamamız (anladığımızı sanmamız) nedeniyle oluyor diye düşünüyorum. Tabi bir de kavramlara olan uzaklığımızdan… Örneğin, bizim olumsuz anlamda kullandığımız “ceza” kavramı, Kur’an’da “karşılık” anlamına gelmektedir. Olumsuz olarak kötü bir davranışa karşılık kullanıldığı gibi, iyiliğin karşılığı olarak da kullanılır aslında “ceza” kelimesi. Bunu bilmeyen, sürekli fatura kesen bir yaratıcı anlayışına sahip olabilir mesela.
Allah’ın insanı yaratıp, sonra da durup dururken üzerine “azap” yağdırması düşüncesi, “Rahman ve Rahim”; yani sonsuz sevgi ve merhamet kaynağı olma sıfatına son derece aykırı.
Dünya yalan, ama ameller gerçek. Kur’an’dan anladığım kadarıyla, kim güzel kim çirkin iş yapacak diye amelleriyle sınamak için yarattığı insanı tespit etme yolu, ona verdiği “özgür irade” (bilimin dediğine göre; “kötü / yasak olanı seçmeme” özgürlüğü) yoluyla oluyor.
Kötü bir eylem / söz sonrası gelen pişmanlığımız, kendimizin yarattığı “azaba” dönüşüyor. Vicdanımız rahat edemiyor, uykumuz kaçıyor… İşte Allah’ın insana azap etmesini böyle anlıyorum ben; yaptığımız / yapmadığımız bir eylem sonrası çekilen (maddi, manevi) sıkıntı olarak. Bu da durup dururken olmuyor yani. Hatayı kendi elimizle yapıp, faturayı ona çıkarıyoruz. Özetle onun kimseye azap ettiği yok, insan ne yapıyorsa kendi kendine yapıyor aslında.
Düşünün, birini çok sevdiğimizde ondan korkar mıyız? Olsa olsa onu incitmekten, istemediği bir davranış sergileyip sevgisini kaybetmekten falan korkabiliriz. Yani yine kendi eylemimizin sonucundan korkarız. O halde “Allah korkusu” dediğimiz şeyin, aslında kendi yanlışlarımızın bedeli olması gerekmiyor mu?
İyi ya da kötü her eylemin “cezasını” yani “karşılığını”, şaşmaz bir adaletle veren bir yaratıcıdan niçin korkmamız gereksin? Bana kalırsa Allah’tan korkmayı öğreteceğimize, onu sevmeyi öğretmeliyiz önce. Seven insan, onun rızasını kazanmak için zaten yürekten çaba sarf eder. Korkuyla yapılan hangi eylemden hayır gelir ki?
İlla bir şeyden korkmamız gerekiyorsa, o da kendi “nefsimiz” olmalı bence. Zira o nefsin yanlışlarının bedelini öderken, adalet son derece kusursuz işliyor.