İki büyük deprem kesişti ve ülkemiz alt yapısıyla da üst yapısıyla da sınandı. Asrın sarsıntısı; yıllardır ve de özellikle milenyum sonrası, Allah’la aldatarak toplumun hücrelerine zerk edilen ahlak/liyakat yoksunluğunun sonucunu da gözler önüne serdi. Yürek kanatan tabloları keder içinde izliyoruz ve şimdilik onlarla yaşıyoruz! İyi gönüller, iyi eller yaraları sarmak için devredeler; minnettarız. Ancak gerçekçi olalım: Bu durum ne kadar sürebilir? Ne yazık ki, her doğal âfetten sonra ne kadar sürdüyse o kadar sürebilir. Asıl sorumluyu/sorumluları bulabilmek için gerçek bir milât olabilecek midir? Kesişen depremlerin enerjisi, paslı çivilerle tutturulmuş zihniyetlerin ağını delebilecek midir?
Bu bağlamda, nasıl bir zihniyetle yönetildiğimizi hatırlatmak için 2017’de tuttuğum notlardan bazılarını aktaracağım.
“Keşke Yunan galip gelseydi; ne hilafet yıkılırdı ne şeriat yıkılırdı!” zihniyetinin destekçilerinin parlamenter sistemden rahatsız oldukları gerçeği ortadadır. Yunan demişken, 9 Ocak 1920’de Atatürk’ün, Yunanlıların resmî ve gayri resmî, Aydın vilayetinin kendilerine bağlandığını ilan ihtimaline karşı komutanlara çektiği gizli telgraftan birkaç satır aktaralım: “… Mesele vatan ve milletin hayatıyla ilgilidir… Memleket bir felakete maruz kalabilir… Bu nedenle bir takım vatansız ve dinsizlerin propagandaları, bizim için uyulacak bir kural olamaz. Gaye, vatanın ve milletin kurtuluşudur…”
Tarih, farklı bir bağlamda da olsa, âdeta kendini tekrar etmektedir. Mevcut iktidara muhalif olan herkes tarafından “ucube” olarak betimlenen sisteme son verilmesi; her türlü ahlak/liyakat yoksunluğuna maruz bırakılan “vatanın ve milletin kurtuluşu” için elzemdir.
Mustafa Kemal Atatürk şöyle demişti: “Çok söz, uzun söz bir şey için söylenir, hakikati anlamayanları hakikate getirmek için… Ben bu devirleri geçirdim, şimdi sözden ziyade iş zamanıdır. Artık benim için, hepimiz için çok söz söylemeye ihtiyaç kalmadı kanaatindeyim. Bundan sonra bizim için faaliyet, hareket ve yürümek lâzımdır.”
Evet, söz söyleme dönemi bitmişti; tek yapılması gereken, çağın gerekleri de dikkate alınarak, Gazi’nin, yüz yıl önce işaret ettiği doğrultuda yani “faaliyet, hareket ve yürümek lâzımdır” sözünü hayata geçirmekti ama olmadı! Milletimiz; “iç güçler-dış güçler” hikâyelerini dinlerken, evlatlarımız birbirlerine kırdırılırken, ülkemiz, “Türkiye’nin 90 yıllık enkazını kaldırdık” diyenlerin eline bırakıldı. Bu kin dolu yapı yani Atatürk Cumhuriyeti’ni engel görenler, Çanakkale şehitlerini umursamayanlar; ürettikleri hukuksuzluk, liyakatsizlik, nepotizm ağları ve bunların doğal sonucu olan lüks, şatafat, pudra şekeri üçgeniyle gerçek enkazların oluşmasına neden oldular. Başka bir sonuç beklenebilir miydi?
Bu felaketler zihniyetini daha yakından tanıyalım…
20 Ocak 2017’de, Anayasa değişikliği teklifi Meclis’e sunulur, görüşmeler başlar. “Demokrasi tramvayı” yol almak niyetindedir; beşte üç oy sayısı olan 330 aşılır ve referandum kararı verilir… Ana muhalefet istikrarlı direniş gösterse de çelik çomak oynayan diğerleri sonuç alır. Ancak Meclis çatısı altında yaşananlar, utanmasını bilenler için utanç vericidir.
16 Nisan bir halk oylaması mıdır yoksa bir genel seçim midir? Onaylatılmak istenen nedir/kimdir? “Evet” kanadında somut bir cümle yoktur; sadece küfür, sataşma ve yüksek sesle bağırma vardır, tıpkı Kur’an’daki; “Onlardan güç yetirdiğini sesinle yerinden oynat. Atlıların ve yayalarınla yaygara çıkarıp üzerlerine çullan. Mallarda, evlatlarda onlara ortak ol, onlara ha bire vaatte bulun.’ Şeytan onlara bir aldanıştan başka ne vaat eder ki?!” (İsra, 64) ifadesinde olduğu gibi!
Anayasa değişikliği, 16 Nisan 2017’de halkın oylamasına sunulur, seçmen mevcut Anayasa’nın 18 maddesi üzerinde yapılan değişiklikleri oylar. Halk oylaması Stefan Zweig’ın sözlerinde ete kemiğe bürünmüş gibidir: “Tek bir evet, tek bir hayır; bir anlık erken davranma ya da bir anlık geç harekete geçme; bu ânı, yüzlerce kuşak da geçse asla geri getiremez ve bu yitirilen an bireylerin ve ulusların yaşamını ve hatta bütün insanlığın yazgısını belirler.”
Sonuç olarak 2017 yılında yapılan referandumda “evet” kazanır; cumhuriyet, demokrasi ve insanlık için ayağa kalkanlar yani “hayır” diyenler kazanamaz. Oysaki Ankara, İstanbul ve İzmir yani üç büyük şehirde “hayır” oyları kazanmıştır. Ama gelin görün ki, sandıklar kapandıktan sonra YSK’dan, “mühürsüz pusula ve zarflar da geçerli” açıklaması gelir. Muhalefetin itirazları tarihe not düşmekten öteye gidemezken, evet-hayır arasındaki 1.378.322 (YSK resmi veri) oy farkı “şaibeli” damgasıyla zihinlerde kalır. Sistem değişir; parlamenter sistem sonlanır. Onun yerine, “Türk tipi başkanlık” olarak nitelenen bir sistem başlar! Yeni sisteme karşı olanların aslında millete karşı oldukları vurgulanır. Bu sistemle, milletin/hukukun son kullanım tarihinin 16.04.2017 olmayacağının ise bir garantisi yoktur. Aslında bir ünlü siyasetçinin, “Kendilerini, ailelerini koruma altına alma anayasasıdır bu!” sözleri işin özetidir.
Zihniyeti tanımaya devam edelim… 2017 yılının ilk günlerine “sahte yoklama pusulası” damgasını vurur. Emekli Sandığı Kanunu görüşmelerinde Meclis’te olmayan iktidar milletvekilleri yerine kutuya yoklama kâğıdı atılmıştır. Bu durum muhalefet tarafından kayıt altına alınır ve yoklama yinelenir. Bu kez de ismi pusulaya yazılarak kutuya atılan iktidar milletvekillerinin birçoğunun Meclis’te olmadığı kesinleşir. Takke düşmüş kel görünmüştür, sahte pusulayla yoklama yapılmıştır. “Boş kâğıtçılar” nedeniyle Meclis hafta başına kadar tatil edilir. “Üç kâğıtçı” lık yetmemiş, yanına yöresine boş kâğıtçılık da eklenmiştir!
Mustafa Kemal Atatürk’ün dehası TBMM çatısı altında her türlü hileyi yapanları, oy kullanmak için aynı anda aynı kabine üç kişi olarak girenleri, “sana ne lan” diyenleri şöyle tarif etmiştir:
Muhteris hizip!
TBMM çatısı altındaki bu muhteris hizbin erkekleri ve kadınları 25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” nedeniyle, muhalefetin kadın vekillerine şiddet uygulayacaktır.
Balık baştan koktuğu sürece, siyasî söylemler/eylemler “şiddet ve olumsuz ögeler” içerdiği sürece elbette insanın insana şiddeti bitmez ve bu zihniyet, toplumu yavaş yavaş esir alır, diye not düşmüşüz o günlerde. Günümüzde ise mikrofonlar, iktidar mensuplarının küfür ve hakaret sözleri için açıkken halka ve de halkın haber alması için didinenlere kapalı! Ancak Türk milleti olarak gerçekleri söylemekte kararlıyız. Ağzı bozuk, hadsiz, nobran siyasetçileri de dinlememekte kararlıyız.
2017’nin notlarını aktarmaya devam edelim… Bu referandumun temel nedeni, 2003’ten beri şu veya bu şekilde kesintiye uğrayan, Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi yani Büyük Ortadoğu Projesi midir? 10 Aralık 2002’de Beyaz Saray, sadece bir siyasî parti başkanı sıfatını taşıyan konuğunu neden ağırlamıştır? 11 Eylül’ü yaşamış olan ABD ılımlı İslam’ın temsilcisini mi aramaktadır? ABD sözcüsünün, “22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceği, Türkiye’nin de bunların içinde olacağı” cümlesi nasıl değerlendirilmelidir? Türkiye’nin “laik Atatürk Cumhuriyeti” muhteşem (!) dış güçleri neden bu kadar rahatsız etmektedir ya da asıl rahatsız olanlar; iktidar olabilmek ya da iktidarda kalabilmek için bu dış güçlerin kapılarını aşındıranlar mıdır? Bu bağlamda ünlü 1 Mart Tezkeresi’ni de hatırlayalım. (2003) Bugünün Cumhurbaşkanı, o gün, Tezkere’nin mutlaka Meclis’ten geçmesi gerektiğin vurgulamıştı ancak bu vurgu “267 salt çoğunluk” duvarına çarpıp geri dönmüştü. Böylece Tezkere, “… yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesi…” ifadeleriyle birlikte rafa kalkmıştı.
Gazi’nin; 1 Mart 1921’de Meclis’in “İkinci Yasama Yılı” nı açarken yaptığı uzun konuşmada yer alan “Türkiye Büyük Millet Meclisi, ülke geleceğini tam olarak üstlendiği gün” ifadesi işin kilit noktasıdır.
Devam edecek…
Canan Murtezaoğlu
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.