31 Ocak 2025
  • İstanbul9°C
  • Ankara4°C

YAZAR VE SÖYLEŞİ

YUNUS EMRE YÜCEBAŞ

31 Ocak 2025 Cuma 11:31

Yazarlığın bağlam içinde olduğu konulardan birisi de söyleşi, bilindiği üzere. İlk başta eli kalem tutan bir kimsenin konuşmakla ilintili olması biraz tuhaf görünebiliyor aslında. Velev ki, kimi zaman biraz durup düşünerek, "Yazarın, sahnede ne işi olabilir, politikacı mı ya da solist mi?" gibi düşüncelerin deryasına dahi dalmak kabil. Buna mukabil, içinde yaşadığımız post-modern çağda, hemen hemen hiçbir meslek özgül bir fonksiyonla vuku bulmadığı ve icra edilmediği gibi, yazarlığın da birincil fonksiyon haricinde başka fonksiyonlara haiz olması kaçınılmaz bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Öyle ki, birbirine yakın meslekler arası sirayetin dahi ayyuka çıktığı bir periyotta, onun da özgül bir nitelik ile vuku bulması beklenemezdi muhtemelen. Elbette mevzubahis etkinliklere iştirak etmek, hakeza işleri  icra etmek ödev misali bir zorunluluk hali değil. Göreceli ve opsiyonel bir fiil. Öte yandan, şu da bir gerçek ki yazar, topluma mal olmak sürecinde eser ortaya koymaktan ziyade çeşitli konularda aktif bir yaşam sürerek sirayet edebiliyor. Bunlar, çeşitli mekanlarda söyleşiler düzenlemek, çeşitli televizyon programlarına katılmak, içinde yaşanılan dönemin politik olaylarına iştirak etmek gibi şeyler olarak sıralanabilir. Yazar, bütün bunlara planlı bir şekilde dahil olabileceği gibi, kazara bir şekilde de mevzubahis ahvalin ortasında kendisini bulabilir.  

     Peki, söyleşilere nasıl çıkılır? Yazarın, söyleşi düzenlemesi kitap fuarları, halk kütüphaneleri gibi kamusal alanlarda olabileceği gibi; kooperatif, kitabevi gibi nispeten daha özel alanlarda da kabildir. Ancak, burada da bazen dini, bazen siyasi, bazen ticari engellere takılmak mümkün. Bazen ise, birtakım yerleşik fikirlerin, alışkanlıkların ve mesleki elitizmin tesiri ile söyleşi konusunda icazet alınamayabilir. Bütün bu durumlar neticesinde söyleşilerde genelde özgül bir atmosfer belirir. İstisnai emsallar haricinde, belli kategorik şablonlarla entegre bir süreç vuku bulur. İlk gruptaki kuruluşlardan ayrı ve farklı olan ikinci bir topluluk ise, söyleşi düzenlemek isteyen yazardan belli bir ücret talep ederler. Takdir ederseniz ki, işin ucunda para olduğu için bu, hafifletici bir sebep olur. Birtakım geleneklerin  aşılması konusunda rol oynar. Bu grubu temsil eden kuruluşlar özel işletmeler oldukları için söyleşi düzenleyecek olan yazardan mekanda konuşmak istediği süre ölçeğinde para talep ederler. Sözgelimi saat başına olan bir rakam, saat artışı söz konusu olursa iki katına tekabül eder. Bu, bir bakıma taksimetre mantığıdır. Harcanan sayısal nicelik arttıkça, ödenecek meblağ da ona paralel bir ölçüde kabarır. Öte yandan, her ne kadar geleneksel bir şablon içinde beliren ilk ekoldeki kuruluşlardan daha liberal bir atmosfer sunsa da bu ikinci modelin de riski olduğu su götürmez bir gerçektir. Paranın kudreti ile birtakım geleneksel kombinasyonları aşmak kabil ve mevzubahis olsa da bu defa, mali risklerle karşı karşıya kalınır. Nitekim her söyleşiye yeterli bir katılım oranı olmayabilir. Bu bakımdan, en azından sekiz on kişilik bir katılım sağlanmadığı takdirde yazarın işletmeye vermiş olduğu ücretin de boşa gideceği ve defterine eksi değer olarak not düşüleceği söylenebilir. 

     Bir seneyi aşkın bir zamandır kitap dünyasına yeni bir soluk getirmek, bu gibi konularda birtakım reformlara imza atabilmek adına kendi mikro ve mütevazi kitap kafemizi kurmak için girişimlerde bulunduk. Kendimize ait bir yerin olması durumunda vizyonları belirlemekte de hür olacağımız için ideolojik veya mesleki adetlere paralel düşünmek yerine, hakikaten yazının mahiyetine dair özel bir kabiliyeti olan sanatkârları konuşmak için çıkaracağımızı umuyorduk. Bu vesileyle hem geleneklerin yol açtığı eşitsizlikleri kaldırmış hem de bir tarz oluşturmuş olabilirdik. Ancak, maalesef henüz böyle bir girişimin temelini atmak nasip olmadı. Uyanış Yayınları'nın fuar grubunda iken tanışık olduğum Yazar Aytekin Duran ile Kitapsever ve Stand Görevlisi Oğuz İnal'ın da hakeza bir gayeleri vardı. Onlar da emsal teşebbüste bulunmak, kitap ticaretine iştirak etmek istiyorlardı. Ancak, Aytekin Duran'ın İstanbul'da büyük ölçekte ve iyi muhitte dükkanlar araması, Oğuz İnal'ın ise daha duygusal düşünmesi ve memleketi Ordu'da hakeza bir yeri hayata geçirmek istemesi gibi sebeplerden ötürü böyle bir yeri henüz açamadılar. Bir ara, tanışık olduğumuz moda ve mücevher tasarımcısı bir hanımefendi de bana, işlerini oturtursa beraber sanat kafe açmak fikrinin olduğunu ve içine kitaplar da koyacağı vaadini vermişti. Ancak, onun da işleri oturmamış, velev ki anlam veremediğim bir şekilde U dönüşü yaparak fikrinden çark etmişti. Son olarak, Kadıköy'de yaşayan ve Fransızlarla kahve ticareti yapan bir iş insanı, Bağdat Caddesi'nde kitap kafe açmak istemiş ve tanıdığın tanıdığı olduğu için, "Belki açar ise onun mekanını bu tarz söyleşiler için kullanabiliriz." diye düşünmüştük. Böyle bir düşünce belirmişti kafamızda. Ancak, mevzubahis tüccarın, eski şaşaalı günlerinden (bir zamanlar Ülker'e rakip olacak kadar muktedir olmuşlar) çok uzak olması ve ekonomik çalkantılar yaşaması, bununla beraber Bağdat Caddesi'nin dükkan kiraları bakımından belki de İstanbul'un en pahalı yeri olması dolayısıyla bu fikrin de gerçeğe dönüşmesi meşakkat ile tahayyül arasında bir yere monte olmuştu adeta...

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.