İKİ YİĞİT İNSAN
Canan Murtezaoğlu
16 Mart 2024 Cumartesi 10:37
14 Mart Tıp Bayramı ve 16 Mart İstanbul’un işgali nedeniyle iki yiğit ve vatansever insanımızı hatırlayalım. Birisi tıp talebesi Hikmet Boran, diğeri de telgraf memuru Manastırlı Hamdi Efendi.
14 Mart Tıp Bayramı, ülkemizde, tıp alanında çalışanların hizmet sorunlarının tartışıldığı, bilime katkılarının ödüllendirildiği bir anma ve kutlama günü olarak tanımlanıyor. Basında yer alan açıklamalara göre doktorlar ve sağlık çalışanları kendilerine yönelik şiddetin, değersizleştirici tutumların son bulmasını istiyor. Hekimler Birliği Sendikası yaptığı açıklamada, “Kimse unutmasın ki; hekimlik, torba yasalar içine iliştirilen maddelerle esaret altına alınamayacak bir meslektir.” ifadelerine yer vermiş. Muhalefet de iktidarı, “giderlerse gitsinler bakış açısını bir kenara koymaya ve bu konuda ciddi önlemleri hayata geçirmeye” çağırıyor.
14 Mart’ın ülkemizde Tıp Bayramı olarak kutlanmasının bazı tarihsel nedenleri olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Bunlardan biri; II. Mahmut döneminde, 14 Mart 1827’de, Hekimbaşı Mustafa Behçet’in önerisiyle, ilk cerrahhanenin Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulmasıdır. Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire adlı mektebin kuruluş günü Türkiye’de modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilmekte ve o gün yani 14 Mart, “Tıp Bayramı” olarak kutlanmaktadır. 1848’de, Mektep’in ilk mezunlarından dördü, Viyana’da yapılan tıp yeterlilik sınavını geçmiş ve böylece Mektep, Avrupa’daki tıp fakültelerine denk sayılarak fakülte statüsü kazanmıştır.
Diğer bir tarihsel neden, Hikmet Boran adlı yiğit bir tıp öğrencisi ve arkadaşlarının eylemidir. Şubat 1919’da, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’yi karagâh yapmak üzere işgal eden İngilizler, eğitimi de durdurmak ister. Okul yönetimi dört Fransız hekimin eğitim kadrosuna alınması ve öğrenci sayısının otuz ile sınırlandırılması şartını kabul ederek eğitimin devamını sağlar; ancak öğrencilerin, üniforma giymeleri yasaklanır, üniformaları hatta karyolaları bile işgalci İngiliz tarafından sökülüp alınır. Dersler dışında bir araya gelmeleri yasaklanan Tıbbiyeliler, kömürlük ve depo gibi yerlerde yatmak zorunda kalır. Bütün bu eziyet ve onur kırıcı davranışlara rağmen Tıbbiyeliler eğitimlerine devam etmekte kararlıdır. Hikmet Boran başkanlığında bir araya gelen öğrenciler, İngiliz işgaline karşı protesto toplantısı düzenlemeyi kararlaştırırlar. Tıphane-i Amire ve Cerrahhane olarak 14 Mart 1827’de eğitime başlayan Tıbbiye’nin, o güne kadar hiç yapılmayan doksan ikinci yılını kutlama toplantısı düzenleyeceklerini yetkililere bildirirler. Okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk Bayrağı asılır, öğrenciler büyük salonda toplantıya çağırılır. Tarih 14 Mart 1919… Tüm Tıbbiyeliler büyük salonda toplanır, hem Tıphane-i Amire’nin açılışı anılır hem de işgal protesto edilir. İngilizler bu coşkulu protestoya engel olamayınca toplantıyı şiddet kullanarak dağıtır ve birçok öğrenci tutuklanır. Bugün kutladığımız 14 Mart Tıp Bayramı, tıp camiasının emperyalizme karşı çıkışının da sembol günüdür.
Tıbbiyelilerin temsilcisi olarak seçilen Hikmet Boran, Sivas Kongresi’ne katılmak üzere İstanbul’dan kaçarak Sivas’a gider. Kongre’ye İstanbul’dan katılan üç delegeden birisidir. 9 Eylül 1919 gecesi Kongre’de mandacılık konusu tartışılmaktadır. Hikmet Boran, Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben şöyle der: “Paşam, murahhası bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya istiklal davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz. Farz-ı mahal (örnek olarak) manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in (lanetlemek) ederiz.” Bu coşkulu ve heyecan verici sözler üzerine Mustafa Kemal Paşa; “Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır,” diyerek Hikmet Boran’a dönecek ve şöyle diyecektir: “Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!” Bu sözleri üzerine Tıbbiyeli Hikmet Boran yerinden fırlar, “Var ol Paşam,” diyerek Mustafa Kemal Paşa’nın elini öper. O da Hikmet Boran’ı alnından öper ve onu şu sözlerle tanıtır: “Daima ilerici ve devrimci fikirlere alemdarlık etmiş olan Tıbbiye’nin mümessili olan genç!” Büyük Taarruz’a Sıhhiye subayı olarak katılan Boran, 1940’lı yıllarda Sarıkamış’ta görev yaparken vereme yakalanır ve hayata veda eder. Hikmet Boran, ünlü sunucu, gazeteci ve aktör Orhan Boran’ın da babasıdır.
İkinci yiğidimize gelince… O, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali sırasında çok önemli rol oynayan Manastırlı Hamdi Efendi’dir. Bir Nutuk özeti olarak hazırladığım “Neden Ulu Türk Ulu Kağan” adlı kitabımdan bazı alıntılarla yani Nutuk’tan satırlarla Hamdi Efendi’ye değineceğim.
Önce “İstanbul’un işgali” bölümüne bakalım: 9 Mart’ta İngilizler tarafından işgal edilen Türk Ocağı, Millî Talim ve Terbiye binasına taşınmış ancak sonra burası da İngilizler tarafından ele geçirilmiştir. İstanbul, 16 Mart’ta İtilaf Devletleri tarafından fiilen işgal edilecektir. Mustafa Kemal Paşa, işgal haberini telgraf memuru Manastırlı Hamdi Efendi’nin şu cümleleriyle öğrenir: “Harbiye telgrafhanesini de İngiliz deniz askeri işgal edip teli kestiği gibi bir taraftan Tophaneyi işgal ediyorlar. Bir taraftan zırhlılardan asker çıkarıyorlar. Durum çok ağırlaşıyor Efendim. Sabahki çarpışmada 6 şehit, 15 yaralı vardır. Paşa Hazretleri. Yüksek emirlerinizi bekliyorum. Sabahleyin, bizim asker uykuda iken, İngiliz deniz askeri karakola (Şehzadebaşı’ndaki Muzıka Karakolu) gelip işgal etmekte iken, askerimiz uykudan şaşkın kalkınca çarpışmaya başlanılıyor. Neticede bizden altı şehit, on beş yaralı olup bunun üzerine zaten melunca hareketlerini tasarlamışlar ki hemen zırhlıları rıhtıma yanaştırıp Beyoğlu tarafını ve Tophane’yi işgal edip bir taraftan Savunma Bakanlığını işgal etmişler. Hatta şimdi ne Tophane ve ne de Harbiye telgrafhanesi bulmak mümkün olmuyor. Şimdi de haber almış olduğuma göre işgal, Derince’ye kadar yayılıyormuş, Efendim. İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok. Orasını da işgal ettiler galiba. Allah korusun, burasını işgal etmesinler. İşte Beyoğlu telgraf memurları, müdürleri geldiler. Kovmuşlar. Bir saate kadar burası da işgal olunacaktır. Şimdi haber aldım Efendim.” Mustafa Kemal Paşa’nın emri üzerine, “Edirne’ye yazıyorum ve bütün merkezleri hazır ettirdik,” diyen Hamdi Efendi, “Mebuslar için bir haber aldınız mı? Mebuslar telgrafhanesi haberleşme yapıyor mu?” sorularına, “Evet yapıyor. 14. Kolordu Komutanı burada. Paşa istiyordu, verelim mi,” diyecektir.
Atatürk şöyle der: “Efendiler, bundan sonra artık Hamdi Efendi’nin sözünü işitemedik. İstanbul merkezinin de işgal edilmiş olduğuna hükmettik.”
Bu sözlerin ardından “Manastırlı Hamdi Efendi” ara başlığı gelir Nutuk’ta ve Atatürk sözlerine devam eder: “Bu vatansever ve yiğit kişi, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul’da geçen acı olaylardan haber almak için kim bilir ne kadar beklemek zorunda kalacaktık. İstanbul’da bulunan bakan, mebus, komutandan, örgütlerimizdekiler içinden bir kişi çıkıp zamanında bize haber vermeyi düşünememiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki tümünü şaşkınlık ve korku kaplamıştı. Bir ucu Ankara’da bulunan telin İstanbul’da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş oldukları yargısına varmak bilmem ki doğru olur mu? Telgraf memuru Hamdi Efendi, sonradan kendisi Ankara’ya gelerek karargâhımız telgraf memurluğunu yapmıştır. Kendisine borçlu olduğum teşekkürü burada herkesin önünde belirtmeyi millî ve vatanî ödevlerimden sayarım.”
Dâhi Liderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve tüm yol arkadaşlarını, Tıbbiyeli Hikmet Boran ve telgraf memuru Manastırlı Hamdi Efendi’yi saygı ve şükranla anıyorum.
Canan Murtezaoğlu
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2016 Özgür İstanbul
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.