BARIŞLA BARIŞMAK
EZGİ KILIÇ/EDEB-İ HAYAT
02 Mart 2022 Çarşamba 09:56
Her öykünün bittiği yerde aslında yeni bir öykü başlar. Asıl mesele bu döngü içinde o öykünün parçası olmaya devam edebilmekte. Yani yaşamakta… Savrulmadan esintiyi hissederek, üşüyerek hatta ıslanarak yağmurda yürümek mesela. Ama yağan her damlada üstünüzdeki toz zerreciklerinden kurtulmak, her zerrenin korkularımızın bir parçası olduğunu varsayarcasına kurtulmak…
Oysaki dünyanın tüm sabahlarında güneşin doğuşunu yaşamak mümkündür. Hiçbirimiz zorlukları görüp de yaşamaktan umudu kesmiyoruz. “Zaten ölecek olan insanoğlu niye doğar?” diye sormuyoruz kendi kendimize. Bize ayrılan ömür dilimini kendi iklimimizde, kendi dilimizde onurluca yaşamaktan başka hiçbir arzumuz yok. Türkiye’deki yazarların, düşünürlerin eleştirilerine üzülmeyin. Çünkü bu yazılar; şah damarımız gibi ayrılmaz bir parçamız olan Türkiye kimliğinin daha adil, daha aydınlık, daha dürüst ve bir nehir gibi berrak akması içindir.
Dünyaya derdimizi anlatamadığımız yolunda genel bir kanı vardır bu ülkede. “Ah ah! ” der ya kimileri.
Herkes kendini tanıtıyor ama biz gül gibi memleketimizi bir türlü anlatamıyoruz şu dünyaya!
Belki de bir parça haklılık payı vardır bu yakınmada. Yurt dışına çıkan herkes, Türkiye’nin ne kadar az tanınan bir ülke olduğunu daha da önemlisi yanlış tanındığını görür. Cacık ancak cacıki olunca ünlenir batıda, sazın bozuk düzeni ise buzuki adıyla çalınınca. Daha da önemlisi tarihsel boyuttur. Çünkü Sabahattin Ali’yi katleden devlet; Kurtuluş Savaşı’nı destanlaştıran Nâzım Hikmet’i, Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i, Ahmed Arif’i ve adı sayılamayacak kadar çok olan yazarları hapiste çürütürken her kuşağın aydınlarına sürek avı düzenlemeyi de bir numaralı vatan görevi olarak kabul eder. Oysa bu sorunun cevabı çok basittir. Türkiye Cumhuriyeti’nin açmazının, kendi eliyle kendi dilini kesiyor olmasıdır. Aydınlar, yazarlar, çizerler, düşünürler bir ülkenin ve bir toplumun dilidir. Toplumlar aydınları ile konuşurlar. Dünya onların sesine kulak verir, onları dinler, onlarla konuşur. Bir ülke düşünün ki en büyük şairlerini, yazarlarını yıllarca hapiste süründürür hatta katleder. Okuyan, yazan herkesi düşman ilan eder. Böyle bir devlete “dilini kesmekle kalmıyor öldürüyor” denmez de ne denir sizce?
Düşünemez olduk, düşününce kafamıza yıllardır inen o çekiçler yüzünden. Düşündüklerimizi aynı zamanda yazamaz da olduk hapislere atılma korkusundan.
Görsel bir şey de paylaşamayız, çünkü hemen kapanır.
Sanat? O tabii ki günahtır (!)
Mutlu anlarımızı yaşayamayız bu memlekette. Anlamsızdır mutlu olmak.
Aşk? Hükümetin belirlediği çerçevede.
Sorgulamayan, hesaplaşmayan kitle yığınları yüzünden biz “çoğunluğun sesi”ne köle olduk. Artık havadaki şu korku kokusu dağılsa yerini papatyaların, mimozaların, lavantaların bahar kokusu alsa. Bakın mart geldi. Korkarak yaşanmıyor, korkarak ölünüyor sadece.
Yasak kelimesini bir süre hiç duymasak. Özgürlük, demokrasi, eşitlik kelimeleri hiç olmadıkları kadar besili olsalar.
İnsanı hafifleten işte bu güzel sözcüklerdir. Öyle ki bu kelimelerin geçtiği sözcüklerin üzerinde adeta gökkuşağı belirir.
Diyor ya hani Ahmed Arif:
‘’…Ne alnımızda bir ayıp
Ne koltuk altında
Saklı haçımız
Biz bu halkı sevdik
Ve bu ülkeyi.
İşte bağışlanmaz
Korkunç suçumuz…’’
Sevgi ve hürriyet kavramlarının suçtan öte toplumsal ilke sayılacağı bir geleceğin, hep birlikte mimarı olabilmek umuduyla…
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2016 Özgür İstanbul
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.