Kamusal İnsanın Çöküşü yapıtı ile ilk tanışmam, tıpkı Mike Davis'in Gecekondu Gezegeni yapıtı gibi Beykent Üniversitesi vesilesi ile olmuştur. Enstitü projeleri kapsamında hasıl olan bu keşfin en garip tarafı, mevzubahis yapıta karşı olan paradoksal görüş açım olmuştur. Öyle ki, bir yandan kitabın temel felsefesine katılmazken, diğer yandan kitapta faydalı ve ufuk açıcı noktaların olduğunu da objektivist bir yaklaşım ile ifade etmem kabil olmaktadır. Hakeza bir paradoksu biraz izah ederek ilerlemek gerekirse, kitabın detaylarında çok fazla boğulmadan buna da açıklık getirmek isterim.
Kitap, adında beliren ilk alametten de anlaşılacağı üzere, insana toplumsal bir varlık olma sıfatı yüklemiştir. Burada sözü edilen "kamu" kavramı toplumsal olanın bir karşılığı ve daha bürokratik bir yansıması olarak düşünülebilir. Bununla beraber, özü bu şekilde olan insanın doğasının bozulduğu hipotezini merkezine almaktadır. Yazarı Richard Sennett'in, 80'li yaşlarda olup gün itibariyle halen hayatta olan bir kimse olduğunu düşünürsek, şöyle bir mantığa vurduğumuzda, eserin aslında çok da geçmiş dönemlere vurgu yapmadığını da düşünebiliriz. Muhteva olarak dört ana bölümden oluşan kitabın ilk kısmı, Antik Roma ile Modern Avrupa arasında yapılan birtakım mukayeseler ışığında okuyucuya penceresini açar. Akabinde, narsizm kavramı üzerinden biraz karışık olan tasvirlere doğru sirayet edilir. İşbu ilk bölümde, belli bir spesifik mesaj vermekten uzak görünen kitap, ikinci bölümden sonra rayına girmeye başlar. Öyle ki, ikinci bölümde Paris ve Londra kentlerinin eserin merkezine yerleştiği bir vaziyet belirir. Bunun temel nedeni, bu iki makro kentin, Batıda meydana gelen toplumsal hareketler bakımından merkezi lokasyonlar olmasıdır. Kitap, gerek ikinci, gerekse daha sonraki iki bölümde bu kentleri merkez alarak kamuya ait olan insanın bireyselleşmesine vurgu yapmaktır. Böyle bir bakış açısının, kitabın sosyoloji bilimine mahsus bir metin olması ile de alakalı olduğu düşünülebilir. Nitekim her bilim dalı, okuyucuya kendi mahiyetine bağlı bir yorumlama portresi sunar. Ancak, bu ilk gerçekliğe karşılık bu görüş açısının mantıklı bir tarafı da vardır: O da, insanın, en münzevi ve soyut yaşam biçimlerinde bile mutlak bir homojen vaziyete sahip olmamasıdır. İnsan, heterojen bir olgu olan toplumun içine zaman zaman uzaklaşsa bile geri dönmektedir. İki metropolü temel öge gibi lanse eden yapıtta, Paris ve Londra'ya sirayet eden işçi göçlerine, buna dayanarak bu kentlerde nüfusun daha önceki hiçbir devirde görülmediği ölçüde arttığı dile getirilmektedir. Bu emsalsiz gelişmelere paralel olarak, ticaretin de geliştiği anlatılır. Bir sayfada, nüfus artışının etkisiyle perakende kahve ticaretinin ciddi oranda kârlar sağlamaya başladığından bahsedilmektedir.
Kitabın bu gibi insan ufkunu açıcı, birçok altı çizilecek bilgisi olmakla beraber; Londra ve Paris haricinde Almanya, Hollanda, İspanya ve İtalya gibi ülkelerin önemli kentlerine değinmemesi bir eksi olarak görülebilir. Bu ülkelerin de Batı'da felsefi ve sosyolojik hareketliliğin merkezlerinden olduğu düşünülebilir. Hal böyle olunca, bu kadar özgül bir kent tasviri yapmanın biraz yavan kaldığı görülebilir. Ancak, bu naçizane negatif belirtiye rağmen satın alınıp okunmaya değecek bir kitaptır. Amazon, BKM gibi birçok çevrimiçi mağazada halen güncel piyasa satışı bulunmaktadır. Ayrıca, sahaflarda da bulunabilir...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.