İsmail Hakkı Tonguç: “… Eğitim yoluyla köyü canlandırma davası, yalnız bize özgü olmayan davalardan biridir. … Hakları açıkça istemek, bunları fikir olarak ortaya atmak, gerçekleşmesi için emek harcamak, sadece yurttaşlık ve insanlık görevini yapmak demektir. … İleri toplumlar bu sorunlarla uğraşırken, Türkiye’de ilköğretimi gerçekleştirmeye çalışanları komünistlikle suçlamaya kalkışmak eğitim tarihimiz için bir leke olmaz mı? …”
En acımasız eleştiri, Enstitülerde uygulanan “karma eğitim” sistemine gelmektedir. Kız ve erkek öğrencilerin aynı çatı altında bulunmasından, aynı dersleri ve işleri yapmasından karşı devrimciler çok rahatsızdır.
Pakize Türkoğlu anlatıyor: “Kızlı erkekli köylü öğrencilerin Enstitülerde, devlet güvencesinde, saygıdeğer yönetici ve öğretmenlerin ellerinde modern bir eğitim görmelerini, kültürel etkinliklerde bulunmalarını ilkelce eleştirmektedirler. Ulusal oyunların, horonların çoğu, kimi köylerde kız erkek birlikte oynanmasına karşın, Enstitülerde ülkemiz adına, gençlik adına yaratılan bu sağlıklı etkinliklere ‘kadın oynatma’ gözüyle bakarak, gencecik köylü öğrencileri kırdılar, gücendirdiler. Kimilerine göre, Enstitü öğrencilerinin giysileri bile eğitim dışıydı. Açık saçık olmamasına, kapalı ve modern olmasına karşın, kız öğrencilerin pantolon-ceket giymelerine, kalın asker kumaşlarından gocuklarımıza, pelerinlerimize bin bir anlam verildi. ‘Komünist modası giyiyor bunlar’ diyerek, kimi politikacılar meclis kürsüsünü yumrukladı.”
Ne yazık ki o malum damar bugünlere kadar uzandı. Günümüz zihniyeti de aynı şekilde “kızlı-erkekli” uygulamalardan rahatsız değil mi?
Köy çocukları daha 5-6 yaşlarından itibaren köy çalışma hayatının içindedir. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı hep bir arada tarlada, bahçede, merada çalışmaktadırlar. Ancak karma eğitime karşı çıkan zihniyet, kadının eğitim hayatında yer almasını istemeyen kronikleşmiş zihniyettir. Enstitülere karşı çıkmalarının temelinde de “kız çocuklarının sadece evlenip, çocuk doğurması ve ölene kadar eşine hizmet etmesi gereken” canlılar olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Atatürk, kadının eğitilmesi ve aydınlanmasını istemekteydi. Kurtuluş Savaşı’nda eli silah tutan, tarlada çift süren kahraman ve vatansever Türk kadınının eli kalem de tutmalıydı. Atatürk’ün Türk kadınına verdiği değer ve medeni haklar, bugün de aynı şekilde elinden alınmak istenmektedir. Düşündürücü olan ise kadınların ağırlıklı bir bölümünün bu durumu memnuniyetle kabullenmesi ve savunmasıdır. Üstelik Atatürk’ün; “Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lâzım gelecektir,” açıklamasıyla kadına özgürlüğünü sunması ve “… Bizce: Türkiye Cumhuriyeti anlamınca kadın bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en muhterem mevkide, her şeyin üstünde yüksek ve şerefti bir mevcudiyettir,” sözleriyle de Türk kadınını en yüksek ve şerefli bir onur burcuna oturtmuşken…
Enstitülerde okuyan binlerce kız ve erkek köylü çocuğunun ana babaları, konu komşuları, çocukların birlikte eğitim almalarını yadırgamazken; kentliler, zenginler, ağalar, hacılar, hocalar, bazı bürokratlar ve kızların kıyafetleri için “komünist modası giyiyor” diyerek masaları yumruklayan kimi politikacılar, bu konuyu kendilerine dert ederek yaygara koparmaktadırlar. “Çünkü onlar köylü kızlarının ancak kendileri için hizmetçi, besleme, odalık olabileceklerine koşullanmışlardı. Çünkü köylü kızları okursa ağaların çiftlik evlerinde elden ele, babadan oğula devredilen, örselenmiş, incitilmiş, iğfal edilmiş, dünyaları zindan edilmiş kadınları, kızları bulamayacaklardı. Meclis kürsüsünde, Enstitülerde kızların iyi korunmadığı ya da ağır iş yaptırıldığı savında bulunan milletvekillerinin evlerinde nice yetenekli köylü kızı karın tokluğuna besleme, hizmetçi olarak çalışıyordu. Bu çok doğaldı onlar için. Doğal olmayan, köy kızlarının öğretmen olması, motosiklete binmesi ve bilinçlenmesiydi. Köy kadınına bu olanağı sağlayanlar, bu onurlu geleceği uygun görenler atılmalı, geri çekilmeliydi. Onlar, hizmetçisiz, beslemesiz, odalıksız ne yapacaklardı…”
Köy Enstitüleri, hiçbir yabancı danışman ve eğitimcinin katılımı olmadan, Türkiye’nin eğitimcileri, öğretmen ve öğrencilerinin ortak dayanışması ve çalışması ile ülkenin her yerinde etkisini göstermeye başlamıştı. Köyler canlanmakta, köylüler bilinçlenmekte; haklarını hukuklarını öğrenmekteydiler. Köy öğretmenleri köylerde gördükleri olumsuzlukları, özellikle de kamu görevlilerinin karıştıkları uygun olmayan durumları görünce sessiz kalmamakta, gerekli tepkiyi göstermekteydiler.
Öğretmen ve öğrenciler bilinçlenmekte, halk soru/hesap sorar bir hale gelmektedir.
Elbette bu durum Köy Enstitülerine karşı olanları çileden çıkarmaktadır. Adnan Menderes’in başını çektiği muhalif grubun içinde yer alan Eskişehir toprak ağalarından Emin Sazak, önceleri Enstitüleri destekler görünmüş ancak böyle bir eğitimin getireceği sonuçları anlayınca desteğini geri çekmiş, karşı koymaya başlamıştır. Emin Sazak, Cavit Oral, Damar Arık, Celal Bayar, Fuat Köprülü, Refik Koraltan gibi CHP milletvekilleri, “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” na da karşı çıkmaktadırlar.
“Bir zamanlar Atatürk’ün yanında görünmesine karşın birçok ilkesine karşı çıkan Meclis Başkanı eski General Kâzım Karabekir’le, Tonguç ve Yücel’e karşı olan eski İlköğretim Genel Müdürü Reşat Şemsettin Sirer’in partinin sağ kanadında aynı kefede yer alarak, mecliste Köy Enstitülerine karşı olan politikanın başını çekmeleri rastlantı değildi. Onlar yalnız Köy Enstitülerine değil, Atatürk ilkelerinin yaşama geçirilmesi olarak gelişen birçok yeniliğe de karşıydılar. Türkiye’nin siyasi arenası içindeki tek parti olan CHP içinde yandaşları vardı. Bu karşı grubun Atatürk’ün vefatının hemen ardından kendi görüşlerine yatkın kesimlerin, ırkçıların, milliyetçi ve dincilerin palazlanmasına ortam hazırladıkları bir gerçekti.”
Atatürk’ün ölümünden sonra iş başına gelen hükûmetlerin ilk icraatları; yakın çalışma arkadaşlarından Kılıç Ali, Şükrü Kaya ve Tevfik Şükrü Aras gibi önde gelen isimleri hükûmetten ve Meclis’ten uzaklaştırmak olmuştur. İkinci icraatları ise “barış politikası” bahanesiyle Atatürk döneminde, bizzat Atatürk ile olan anlaşmazlıkları sonucunda, siyasetten tamamen uzaklaştırılmış kişi ve gruplardan kim varsa ki buna Terakkiperverci ve manda taraftarları da dâhildir, hepsini geri çağırmak olur. Atatürk ile her fırsatta çatışan ve yarışan, bazı durumlarda Atatürk karşıtlığını düşmanlığa kadar vardıran muhafazakâr görüşlü Kâzım Karabekir ile Ali Fethi Okyar, Hüseyin Cahit Yalçın gibi Atatürk dönemi küskünleri milletvekili yapılır. Atatürk döneminde ilk İnkılâp Tarihi derslerini vermiş olan Prof. Hikmet Bayur, bu uygulamalar karşısında şöyle konuşacaktır: “Atatürk ölür ölmez Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Örneğin Atatürk’e bağlı olan bizleri İnkılâp Tarihi derslerinden aldılar; kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı!”
Atatürk’ün hemen ardından işbaşına gelen siyasilerin, daha onun sağlığında eylem ve görüşlerini içten içe engellemeye çalıştıkları bilinmektedir. Onların, vatan diye bir dertlerinin olmadığı Köy Enstitülerinin başına gelenlerden de kolayca anlaşılmaktadır. Tüm bu Atatürk karşıtı uygulamaların CHP’nin tek parti iktidarında gerçekleştirildiğinin ve Kurtuluş Savaşı komutanlarından İsmet İnönü’nün de Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturduğunun bir kez daha altını çizelim…
“Köy Enstitüleri yönünden asıl kıyamet Meclis’te 1945’in Aralık ayında, 1946 bütçesi konuşulurken sıra Millî Eğitim bütçesine gelince kopmuştu. Millî Eğitim Bakanı Yücel’e ve onun genel müdürü Tonguç’a ağır biçimde saldırılıyordu. Bir milletvekili, Enstitülü öğretmenlerin sıra, saygı gözetmediğini, kendilerini Atatürk sandıklarını söylemiş, Yücel ona şöyle karşılık vermişti: ‘Onlar elbet Atatürk değiller. Ama onun parçacıkları, kolu kanadı olarak köylere devrimlerini taşıyorlar. Onlarla onur duyuyorum. Türkiye’nin de onur duyması gerekir.’ Başka bir milletvekili, Köy Enstitüleri Dergisi’nin sayılarını koltuğunun altına almış, ‘bunları okuyun’ diye bağırıyordu. Milletvekilinin, Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi Cesarettin Ateş’in derginin 4. sayısında çıkan ‘Yeter’ şiirini okuması, koca Meclisi ayağa kaldırmaya yetmişti:
Her sabah yol aldın türkü dilinde,/Tırpan omuzunda, orak belinde./Ektin biçtin nasır kaldı elinde,
Yeter eller için ektiğin yeter…/Yeter beyim paşam dediğin yeter…
Onlara göre vatan elden gidiyordu. Daha okul sırasında böyle şiirler yazarak bir köylü egemenliği kurmalarına yol açacaktı.”
Bu özgürlükçü eğitim, bir öğrencinin şiirinden bile korkan karanlığın ağalarının işine gelmedi elbette…
Devam edecek...
Tülay Hergünlü
İstanbul, 14 Aralık 2024