2025 için dileğim insanımızın adaletin ve bilimin ışığında esenlik içinde yürümesidir. Yeni yılın ilk yazısına geçmeden şu hatırlatmayı yapalım. Değerlendirmeye çalıştığımız ilk 31 sure ile ilgili temel aktarımlar, geleneksel Kur’an meallerindeki ifadelere ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın, tüm İslam kaynakları taranarak hazırlanmış yaklaşık 9 bin sayfalık tefsirinde yer alan bilgilere dayanmaktadır. Çalışmamız bu şekilde sürecektir. Mekkî surelerle ilgili vatandaş okumamızın on beşincisindeyiz. “Cennet boş kalacak gibi” başlıklı ve 2024’ün son yazısında; genç kuşaklarımızın, kendi zihinlerini kullanma yürekliliğini göstermeleri dileğimizi ifade etmiştik. Kur’an’da kaldığımız yerden devam edelim.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre otuz birinci sure “Mürselat” tır. (Gönderilenler) Surede geçen göksel kavramlar Biz ve Ben’dir ve hitap Muhammed peygamberedir. İlk beş ayette geçen Gönderilenler; “birbiri ardınca gönderilenler, büküp devirenler, yaydıkça yayanlar, seçip ayıranlar, bir öğüt bırakanlar” sözcük kalıplarıyla ifade edilir. Bunlar; “âlemin idaresi ile görevli bir kısım melekler veya rüzgârlar yahut peygamberler yahut da Kur’an ayetleri” gibi sadece din terimleriyle açıklanmıştır, ne oldukları konusunda net bilgi yoktur. Devamında, “yıldızların silinmesi, göğün yarılması, dağların savrulması” ifadeleriyle kıyamet hatırlatılır ve konu “hüküm günü” ne bağlanır. “O gün yalanlayanların vay haline!” dir ve bu cümle sure boyunca on kez tekrarlanır. “Biz,” öncekileri helak etmiştir, sonrakileri de onlara katacaktır. “Biz suçlulara böyle yaparız,” (18. ayet) diyerek insana, adi bir sudan yaratıldığı, belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirildiği hatırlatılır. Bu sağlam yer, ana rahmi olarak düşünülmüştür. Ardından şu övünme ifadeleri gelir: “Demek ki biçimlendirmişiz. Ne güzel biçimlendireniz biz.” (23. ayet) Devamına göre de Biz; yeryüzünü “dirilerin ve ölülerin toplantı yeri” yapmış, orada “yüksek yüksek dağlar” oturtmuş ve insanlara tatlı su sunmuştur.
Bu her şeyi oluşturan ve de insanı yarattığını (Kaf, 16) söyleyen “Biz” neyi temsil etmektedir? Kutsal kabul edilen bir metne sorgusuz sualsiz inanmak kişinin seçimidir; saygındır. Diğer yandan, Biz ve yaptıkları nedeniyle şu soru da sorulabilir: Dünya denen gezegen farklı bir şuur boyutundaki üstün varlıkların kurduğu bir tür laboratuvar mıdır? Milyonlarca canlı türü denek midir? “Homo” yani insan cinsinin evrimleşme serüveni de bu laboratuvardaki bir çalışma mıdır? Fizikçi Enrico Fermi, 1950’de şu soruyu sormuştur: “Eğer Samanyolu dahilinde yüksek sayıda ileri dünya dışı uygarlık mevcutsa, neden uzaylılara ait uzay araçları ya da sondalar gibi kanıtlara rastlamıyoruz?” Bu sorgulama “Fermi paradoksu” olarak adlandırılıyor. Bu paradoks; dünya dışı uygarlıkların var olma olasılığının gayet yüksek olduğuna dair tahminlerin varlığı ile bunu doğrulayacak herhangi bir kanıtın ya da temasın yokluğu arasındaki çelişki olarak ifade ediliyor. Amerikalı gök bilimci ve astrobiyolog Carl Sagan’ın da kaynak belirtilmemekle birlikte, şöyle bir cümle sarf ettiği söylenir: “Eğer tüm evrende yaşam sadece Dünya’da varsa, bu çok büyük bir yer israfı olurdu.”
Sureden devam edelim… Kıyameti yalanlayanlara, “Üç çatallı gölge” olarak betimlenen cehenneme gitmeleri söylenir; o “ne gölgelendirir, ne alevden korur” ve “o, sanki bakır halatlar gibi büyük parçalar halinde kıvılcımlar saçar.” Elmalılı çevirisinde bu “sarı sarı kıvılcımlar” için “erkek deve sürüleridir” benzetmesi yapmıştır. Bu benzetme doğaldır çünkü uzak mesafe taşımacılığına dayanabilen, yiyecek bulamadığında hörgücünde depoladığı yağ dokusunu kullanarak gerekli enerji ve suyu temin edebilen, kuvvetli hafızasıyla yolunu şaşırmayan, uğruna bir kavminin yok edildiği deve, Arap coğrafyasında yaşamsal öneme sahiptir. Hüküm günü insanlara izin verilmez ki bağışlanma dilesinler; o gün konuşamayacaklardır. Burada “Ben” devreye girer ve şöyle meydan okur: “Eğer bir tuzağınız varsa, Bana kurun.” (39. ayet) Takva sahipleri yani sakınanlar, “gölgeler altında ve pınar başlarında, canlarının çektiği meyveler arasında” olacaklar, “afiyetle yiyip içecekler” ve böylece ödüllendirileceklerdir. Suçlular ise “rükû” etmeyenler yani “boyun eğin” denildiğinde, boyun eğmeyenlerdir; “Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?” Kıyametin kopması-yargılanma-cennet ya da cehenneme sevk edilme döngüsü burada da açıktır.
Kitap haline getirilmesinin yirmi yılı bulduğu ifade edilen Kur’an’ın toplanması konusundaki açıklamalar, birbirini tekrar eder ve çelişkilidir. Farklı yüzeyler üzerine yazılan ayetlerin, daha sonra toplandığı hemen her kaynakta verilir. Ayetler bir araya getirilirken, vahiy kâtiplerinden, ayetleri ezberlemiş kişilerden yararlanıldığı belirtilir ancak bazı metinlerin Kur’an ayeti olup olmadığı ancak şahitlerle tespit edilebilmiş; yer, zaman ve ayet sayısı hakkında da itilafa düşülmüştür. Vahyin iniş sırası esas alınmamıştır. Bugün elimizde olan resmi sıralamalı Kur’an 114 sureden oluşmaktadır. Devrin halifeleri, sahabeler ve ileri gelen din bilginlerinin “kabulü ve onayı” esas alınarak yürütülen çalışmalar sonucunda Mekkî sure sayısı 86, Medeni sure sayısı 28 olarak belirlenmiştir; ancak rivayet zincirlerinde, surelerin dizilişinde farklılıklar vardır.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirindeki ilk 31 surenin (dörtte birden az fazla) içeriğinde; toplumun vahye bakışı, iman ve inkârın sonuçları ve Muhammed peygamberin tanıtılması konularının ağırlıkta olduğunu görürüz. Adları sıklıkla öne çıkan göksel kavramlar; Biz, Rab ve Ben, yarattıkları insanla sürekli hesaplaşma içindedir. Bu “kutsal meydan okuma” nın nedeni toplumun, gönderilen Elçi’ye inanmaması, onu sorgulamasıdır. Suçlular yani yalanlayanlar, ilkelere karşı direnenler, gönlü hastalıklı olanlar ateşle, azapla yani cehennemin farklı türleriyle korkutulup tehdit edilir. Bu tehdit ve korkutmalarla amaçlanan, ilahî iradeyi işin içine katarak Elçi’nin elini kuvvetlendirmek ve tebliğini rahatlıkla yapabilmesini sağlamak olabilir mi? Onaylayanlar ise altlarından ırmaklar akan bahçeler yani cennetlerde her türlü yiyecek içecekle ödüllendirileceklerdir. Meydan okuma sürerken, şaşırtıcı olarak, birkaç ayette Kur’an’ın sadece bir öğüt ve hatırlatma ve Allah’ın da “çok affedici, çok bağışlayıcı” (Müzzemmil, 20: Gafur, Rahîm) olduğu ifade edilir.
Burada şu bilgiyi paylaşalım. İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre değerlendirdiğimiz ilk 31 surede yalın haldeki “Allah” kelimesi sadece İhlas suresinde geçer. Diğerleri genellikle “Allah’a, Allah’tan” şeklinde ismin halleri olarak ya da iyelik ekleri alarak tamlama şeklinde; “Allah’ın azabı, Allah’ın elçisi, Allah’ın sözleri, Allah’ın vaadi, Allah’ın yolu” kalıplarıyla geçer.
Vahyin muhatabı Muhammed peygamber göksel kavramlar tarafından “deli olmadığı, yüksek bir ahlak üzerinde olduğu” şeklinde tanıtılır, görevi hakkında bilgilendirilir ve gerektiğinde uyarılır. Diğer kutsal kabul edilen tüm metinlerde olduğu gibi Elçi’sine koruyucu ve kollayıcı olan Rab, Elçi’nin mensup olduğu kabileye, aileye de ayrıcalık tanır. Surelerde tekrarlanan iki tür döngünün ilki; kötülüğün temsilcisi bir yönetici ya da azmış bir toplum, bunlara gönderilen bir elçi ve elçiye karşı gelindiğinde tanrısal cezayla yok etmedir. İkincisi de kıyamet günü yaşanacak olanlar, hesabın görülmesi yani yargılama ve ardından da cennet ya da cehenneme sevk ediliştir. Kıyamet günü yaşanacaklar, doğa olayları ile betimlenir. Yeryüzünde dağların sarsılması, denizlerin kaynatılması, gökyüzünde yıldızların sönmesi, güneşin dürülmesi, verilen bazı örneklerdir.
Öksüzün ve yetimin yanında olunması, yoksulun doyurulması gibi toplumsal konulara dikkat çekilirken, güçlüğün yanındaki kolaylığı aramak, bir işi bitirince diğerine girişmek, zamanı ziyan etmemek, yararlı iş işlemek, gerçeği ve dirençli olmayı önermek gibi öğüt ifadelerle de yol gösterilir. İbadet adına istenenler ağır ağır Kur’an okumak, Kur’an’dan kolay geleni okumak, namaz kılmak ve zekât vermektir; ayrıntıya girilmez.
“Salât” kelimesinin geçtiği ayetleri bedenen kılınan namaz olarak çevirmek birçok ilahiyatçıya göre yanlıştır; çünkü “Farsçada ‘tâzim için eğilmek, kulluk, ibadet’ anlamına gelen namaz, sözlükte ‘dua etmek, ibadet etmek, bağışlanma dilemek, yalvarmak’ manalarındaki Arapça salât kelimesinin (çoğulu salavât) karşılığı olarak Türkçeye geçmiştir.” (İslam Ansiklopedisi, Namaz mad.) Farklı kaynaklarda da namaz kelimesinin Sanskritçede selamlama sözcüğü olarak kullanılan “namas” ile aynı köke dayandığı belirtilir. Kelimenin, İslam öncesi Hristiyan ve Yahudi Aramcasında yerleşik olan benzer bir kelimeden (ṣəlūthā veya ṣəlawthā) alıntı olduğu da düşünülmektedir. İlk 31 surede yedi yerde geçen sâlat, emir olarak “namazı kılın,” şeklinde Müzemmil 20’de ve “Öyleyse Rab’bin için namaz kıl ve kurban kes.” ifadesiyle Kevser, 2’de geçer. Diğerleri şöyledir: “Biz namaz kılanlardan değildik. (Müddessir, 43) Fakat o, ne sadaka verdi, ne namaz kıldı. (Kıyamet, 31) Rabbinin adını anıp namaz kılan (A’lâ, 15) Vay haline o namaz kılanların ki, Namazlarından gaflet içindedir onlar. (Maun 4-5)” … Kur’an’ın tamamına bakıldığında “salât” ın bütün peygamberlere emredildiği görülür. “Zekâtı verin” emri ise ilk 31 surede sadece Müzemmil 20’de geçmektedir. Sadaka kelimesi ile eş anlamlı olan zekât, maldan alınan belli payı ifade eder. Cehennemlik olma durumu içine; mal toplamak, yığdıkça yığmak ya da malın ölümsüzleştirdiğini düşünmek de girdiğinden, mal-zekât ilişkisi anlam kazanmaktadır.
Devam edecek…
Canan Murtezaoğlu
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.