• BIST 9305.07
  • Altın 2940.718
  • Dolar 34.4659
  • Euro 36.3751
  • İstanbul 14 °C
  • Ankara 17 °C

Ana muhalefetten türban atağı

Hergünlü/Mali Müşavir

 

 

Mehmet Âkif Ersoy: “Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne / Acırım tükürüğe billahi tükürsem yüzüne”

Genç Cumhuriyet, yenilik getirecek devrimlerine devam eder ve iki önemli kanun çıkarılır: Şapka ve Kıyafet Devrimi Hakkında Kanun ile Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Kanunu.

Şapka ve çağdaş kıyafetler her yerde görülmemiş bir coşkuyla kabul görür. Bunun üzerine 25 Kasım 1925’te “Şapka Giyilmesi Hakkındaki Kanun” yürürlüğe girer. Yıllarca şeriatçı grupların Atatürk’e attıkları “açıklığı getirdi, çarşafı kaldırdı” iddia ve iftiralarının tam aksine Kanun’da, kadınların kıyafetleri ile ilgili herhangi bir madde bulunmamaktadır. Atatürk’ün çok yakınında görev yapan, Hasan Rıza Soyak şöyle anlatmaktadır: *

“Burada şunu belirtmek isterim ki, Atatürk kadınların açılıp medeni kıyafete girmeleri için kanuni bir mecburiyet konulmasına taraftar olmamıştır; ‘… kadın ve kadın kıyafeti konusunda -velev bir azınlığa karşı olsun- zor kullanmak doğru değildir; iyi netice vermez’ diyordu.”

Hasan Rıza Soyak bu konuda bir de hatırasını naklediyor:

“Hiç unutmam; eski Afgan Kralı Amanullah Han, memleketimize yaptığı bir ziyaretten avdetinde, buradan aldığı ilhamla, yeniliklere doğru bazı teşebbüslere girişmiş, bu arada kadın kıyafeti hakkında da bir kanun çıkarmıştı. Bu hadiseyi Atatürk’e arz ettiğim zaman çok müteessir olmuş, ‘Eyvah adam gitti demektir; ben kendisine ısrarla bu mevzua girmemesini tavsiye etmiştim, çok yazık oldu’ demişti ve biraz sonra Kral’ın taç ve tahtını terk ederek memleketinden kaçmaya mecbur olduğu görülmüştü.”

Uygulamalara ve tarihin yakın tanıklarının anlatımlarına bakılacak olursa, Mustafa Kemal Atatürk’ün kadın kıyafetleri konusunda herhangi bir yaptırımı bulunmadığı kesindir.

Atatürk’ün getirdiği özgürlükler çerçevesinde prangalarını kıran Türk kadını, yıllar ve yıllar sonra yepyeni bir din perdesinin altına sokulur: Türban… Ve elbette Batı eliyle…

Yıl 1968’dir. Türkiye’nin ilk türban eylemcisi ortaya çıkar; Hatice Babacan… Kendisi, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisidir ve başını örtüp derslere girmeye başlayan ilk isimdir. Önceleri fark edilmeyen bu eylem, daha sonra okul yönetimi tarafından kabul edilmez. Hatice Babacan’ın direnmesi ve erkek öğrenciler ile birlikte boykota başlaması da fayda vermez. Babacan’ın okul ile ilişiği kesilir.

Türkiye’de etnik ya da dinî kökenli eylemlerin tamamının altında Batı parmağı olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırız. Batı, Türkiye’nin hassas noktalarını kaşıyarak iç kargaşa yaratmakta, insanları birbirine düşman etmektedir. Toplumun devamlı olarak başını ağrıtan etnik ve dinci terör için içeriden destekçi bulması, Batı’nın Türkiye üzerindeki planlarında başarılı olmasını sağlamaktadır. Türkiye’yi yıllardır meşgul eden “türban” sorununun altından da yine bir yabancı ülke çıkmıştır; Almanya!

Bugün Hatice Babacan’ı kimse hatırlamaz ama adı türban ile özdeşleşen Şule Yüksel Şenler’i çoğu insan hatırlar; bazı çevreler de yakından tanır. Kısaca hatırlatalım:

Şenler, ’68 kuşağının çok yakından tanıdığı “Kanlı 1 Mayıs” ın kışkırtıcılarından İslamcı yazar Mehmet Şevket Eygi’nin, Bugün Gazetesi’nde köşe yazıları yazmaktadır. Şenler ilk türban eylemini İstanbul’da gerçekleştirdikten sonra Eygi ile il il, köy köy dolaşıp kadınlara türban propagandası yapmaktadır. “Başörtüsü saçı ve gerdanı gizlemeli, vücut hatlarını belli etmeyen manto ya da pardösü giyilmeli” diyerek tesettür modasının da ana hatlarını çizmektedir. Şenler’in, yine Eygi’nin basımını yaptığı “Hidayet” adlı kitabının kapağında sadece gözleri görünen bir kadın fotoğrafı yer almaktadır. Şenler’e göre Müslüman bir kadının nasıl örtünmesi gerektiği kapak fotoğrafıyla örneklendirilmiş olur. Şenler, kitabında 1960’lı yıllarda Doğu Almanya’da komünist bir yönetim altında “dinsiz” bir ana-babanın kızı olarak yaşarken, Müslüman olup örtünen ve Avrupa’da okuyan Abdul Muhsin adlı Türk genciyle evlenen bir kadından bahsetmektedir. Adı Rotraund Scheer olan bu Alman kadın, Türkiye’nin ilk yabancı misyoner türban eylemcisidir. Şenler’i etkileyen de işte bu Alman misyonerdir. Hikâyenin kalanını Cengiz Özakıncı’dan okuyalım:

“Rotradun Scheer, Abdul Muhsin ile evlenip Müslüman olduktan sonra, adı Cemile Alkonavi olmuştu. İslam kurallarının en ufak ayrıntısına kadar uyan Alman kadın, 1960’larda Şule Yüksel’e konuk olduğunda, Türkiye’de Müslüman kadınları başı açık dolaştıklarından dolayı kınıyor, ayıplıyordu. Şenler de onun bu ayıplamaları sonucu başını tıpkı onun gibi örtmeye ve onunla birlikte türban misyonerliğine başlamıştı. Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesinde yayımlandığı üzere, ikisi birlikte Türkiye’yi karış karış dolaşıp kadınlara konferanslar vererek başlarını örtmeye çağırıyorlardı. Kitabında ‘çok genç kız ve hanımın hidayetine vesile oldu’ diyordu Şule Yüksel Şenler; ‘Gencecik bir Alman hanımın pür tesettür (kapalı, örtülü) hali, Müslüman oldukları halde açık saçık gezen birçok hanım için, bir ibret vesilesi olmuş ve onların da örtünmelerini sağlamıştı.”

Şenler’in türban misyonerliği çalışmalarına Alman kadının altı yaşındaki oğlunun da katıldığını yazan Cengiz Özakıncı şöyle devam ediyor:

“Kadınlar, sonradan Müslüman olmuş ’türbanlı’, ‘tesettürlü’, ‘bir tek saç telini bile göstermeyen, pardösülü, kalın çoraplı’ Alman kadını ve onun 6 yaşındaki ‘tesettür misyoneri’ oğlunu görmek için koşuyordu bu toplantılara. ‘Bakın Alman kadın bile Müslüman olunca tepeden tırnağa örtünmüş, oğlu bile örtünmeyen cehenneme diye haykırıyor, ne duruyorsunuz, bu Alman kadından ve çocuğundan utanın, haydi örtünün!’ diye haykırıyordu Şule Yüksel Şenler. Başlarında öğretmenleriyle bu ‘tesettür propagandasına getirilen kız öğrencilerden 70 tanesi, konferanstan çıkınca topluca örtünüyorlardı.’ Mehmet Şevket Eygi’nin İslamcı Bugün gazetesi de bu üçlünün gerçekleştirdiği kadın toplantılarını büyük gürültüyle yansıtıyordu.”

Bir Batı oyunu olarak ortaya çıkartılan türban “siyasî simge” olarak kabul edildiği için kamuya açık alanlarda yasaklanır. Sonrasında ise herkesin bildiği olaylar zinciri başlar. Üniversitelerde türban eylemleri… İkna odaları. Türban taktığı için eğitimlerini yarıda kesen kız öğrenciler… Kamu erkinin baskıları giderek türban zulmüne dönüşür. Bazı çevrelerde “üniversiteye mini etekle gitme hakkı varsa, türbanla gitme hakkı da vardır” itirazları başlar. İşin ilginç yanı türban eylemlerinin tümünde erkekler başı çekmektedir. Üniversiteli kız öğrencilerin türban eylemlerinde en büyük destekçileri erkek öğrencilerdir.

Başörtüsü ile türban eşanlamlı değildir. Başörtüsü, Azerice gibi kimi lehçelerde de olan Türkçe bir sözcüktür. Adı üstünde, başı örter. Türban kelimesinin aslı “turban” dır ve dilimize Fransızcadan girmiştir. İnce kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan bir tür başörtüsü anlamındadır. Kelime Fransa’dan, uygulama Almanya’dan…

Türbana gelene kadar Türk kadınları Anadolu’da başlarını “yazma, tülbent, başlık” ile örterler, şehirlerde ise başörtüsü bağlarlardı ve bu durum kimseyi de rahatsız etmezdi. Anneannelerimizin, babaannelerimizin başında böyle bir örtü görmedik.

Türban konusu 60’lı yıllardan günümüze kadar muhafazakâr siyasilerce oy devşirmek amacıyla kullanıldı/sömürüldü. Sonuç olarak 2002 yılında tek başına iktidara gelen muhafazakâr AKP, konuya el attı. Kimi kadınlar saf bir inançla, kimisi babası, kocası, ağabeyi dayattığı için, kimi ise ailesinden birisi devlet kadrolarında özellikle de belediyelerde çalıştığı için türban taktı. Buraya bir parantez açalım. Kur’an’da örtünme ile ilgili oldu iddia edilen ayetlerin çevirisinde ilahiyatçılar arasında görüş birliği yoktur. Bazı ilahiyatçılar, söz konusu ayette “baş ve saç” vurgusu olmadığı; “ayetin kapatmayla ilgili dikkat çektiği yerin saçlar değil, yaka açığı bölgesi olduğu” görüşündedirler. Parantezi kapayalım ve konuyu uzmanlarına bırakalım.

Her ne olursa olsun; ideolojik amaçlı olmamak ve insanların yaşam tarzına müdahale etmemek şartıyla başta kadınlar olmak üzere herkes dilediği gibi özgürce giyinmeli ve yaşamalıdır. İsteyen başını örtsün isteyen açsın. Yeter ki, bu konuda bir dayatma olmasın. İnsan hayatı/yaşam tarzı değerlidir ve buna müdahale etmek hiç kimsenin haddi de değildir, hakkı da değildir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, yukarıda da açıkladığımız gibi kadınların kılık kıyafetlerine asla karışmamış, bunun için yasal bir düzenleme de getirmemiştir. Günümüz iktidarı da türban serbestliği sağlamış ancak belki de iktidarlarını yasalar üstü gördüklerinden, bunun için yasal bir düzenlemeye gitmemiştir. Kısaca, bugün geldiğimiz noktada türban bir sorun olmaktan çıkmıştır. Kadınlar kamusal alanın her kademesinde rahatlıkla türbanlarını takmaktadır. Türbanlı hâkimlerimiz, polislerimiz hatta milletvekillerimiz vardır.

Tam, türban artık gündemden düştü derken bu kez Ana Muhalefet Partisi türban konusuna el attı ve geçtiğimiz gün (3 Ekim 2022) TBMM’de 3 maddelik bir kanun teklifi sundu. Başvuru dilekçesinde “Kadınların Yürüttükleri Mesleğin İcrası Kapsamındaki Kılık ve Kıyafeti Giymek Dışında Herhangi Bir Zorlamaya Tabi Tutulamaması Hakkında Kanun Teklifi ve gerekçesi ekte sunulmuştur. Gereğini saygılarımızla arz ederiz.” denildi.

Evet, yanlış duymadınız. Ana Muhalefet Partisi, Atatürk’ün devrim yasası ortada duruyorken bir kıyafet yasa teklifi sundu. Her ne kadar “AKP’nin elinden türban kozunu alıp Erdoğan’ın önünü kesmek” için yapılmış bir hamle olarak görülse de bazı çevrelerde rahatsızlık yarattı.

Ana Muhalefet’in türban atağı AKP’yi bile solladı… Buna karşılık iktidar partisinden de tekke ve zaviyelerle ilgili yeni bir yasal düzenleme hamlesi gelirse hiç şaşırmayalım.

Vatana, millete hayırlı olsun.

 

Tülay Hergünlü

İstanbul, 4 Ekim 2022

 

 

Yararlanılan Kaynaklar:
* Hasan Rıza Soyak; Atatürk’ten Hatıralar, s. 264, 269 – YKY, 2006
** Cengiz Özakıncı; İblis’in Kıblesi, Otopsi Yayınları, Şubat 2017 basımı, s.69-72

 

 

Bu yazı toplam 311 defa okunmuştur.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2016 Özgür İstanbul | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.