Ordu içi bir hesaplaşma görüntüsü veren “31 Mart” olayının yaşanmasına günler kala, yaratılan fay hatları ve kışkırtmalarla aslında isyanın toplumun her kesime yayılmak istendiği ortadadır. Kaldığımız yerden başlıklar halinde anlatmaya devam edelim. 1909’un İstanbul’undayız…
II. Abdülhamit’in, Zuhaf Alayı’nın yani özel muhafız alayının bir bölümü Arnavut ve Arap asıllılardan oluşmaktadır. Türkçe bilmeyen erlerin korumasında olmak II. Abdülhamit için daha güven vericidir. Ancak süresi bitenlerin yerine saraya Türk askerleri alınmak istendiğinde, Arnavutlar Türkleri döverek dışarıya atarlar. Olaylar bastırılır, sarayın çevresindeki kışlalara da Avcı Taburları yerleştirilir.
Bir başka çatışma ortamı asker ve medreseliler arasındadır. Medreseliler askerlikten muaftır. Bunun için bir yasa tasarısı gündeme gelir. Harbiyeliler, medreselilerin basit de olsa bir okuma-yazma sınavına tabi tutulmalarını isterler. Harbiye Nezareti ile Şeyhülislamlık arasındaki pazarlık; medrese mensubu kişinin birkaç satır yazı yazması, basit birkaç cümle okuması, namaz ve oruç konularında sınava girmesi şeklinde sonlanır. Bu karar, Harbiye Nazırı’na karşı öfke doğuracak, “dinimiz elden gidiyor” sloganları artacaktır.
İstanbul’da yangınlar çoğalır. Özellikle Çırçır yangınının, şeriat hükümlerinin uygulanmaması nedeniyle çıktığına inanılır. İstanbul’un başında belalar dolaşmakta, kıyamet günü yaklaşmaktadır.
Müslüman bir kadının Rum bir bahçıvana kaçması halkı galeyana getirir. (Beşiktaş Olayları) Genç adam polisin gözü önünde linç edilir. Öldürülme sebebi bilindiktir: “Şeriat mahvoluyor! Zira ırz ve namus gâvurların ayakları altına alınmıştır!”
Dinî duyguları kullanmak askerin giyeceği şapkaya kadar indirgenecektir. Askerin üniformasında değişiklik yapılması düşünülmektedir. Bu unsurlardan biri asker başlığıdır. Yabancı müşavirler, başlıkların güneşlikli olmasını önermiştir. Muhalifler bu durumu hemen bir propaganda aracı olarak kullanacak, “askere gâvur serpuşu” giydiriliyor diyerek kışkırtma çalışmalarını yürüteceklerdir.
Ordu içindeki şikâyetler sürmektedir. Talimlerin çokluğu nedeniyle namaz kılmaya ve hamama gitmeye vakit yoktur. Bazı subay ve ilmiye sınıfına bağlı din adamlarının bölücü propagandaları için yeni bir fırsat doğmuştur. Ancak iş burada da kalmaz, “nasihat” adı altında gece vaazları başlar; amaç askerlerin gece tatbikatlarına çıkmasını engellemektir.
Bu şeriat özlemi içindeki faaliyetlerin, bu nasihatçıların bitmesi elbette söz konusu değil. Örneğin, küresel bir hareket olan Tebliğ Cemaati’nin bağlıları, “tebliğciler” adı altında; hastanede, okulda, üniversitede, deprem bölgesinde, çarşıda, pazarda yani kısaca yolda-izde bir vesile ile karşımıza çıkabiliyorlar. Bu cemaatin başının yaptığı; koronavirüsün, “kadınların giyim tercihlerinden ve dans etmesinden” kaynaklanmış olduğu açıklamasını basından okumak mümkün. (2020) Öyle görünüyor ki; dincinin asıl meselesi, kadın üzerindeki hakimiyeti kaybetme korkusu! Tebliğ Cemaati’nin Türkiye’de bilinen ilk faaliyetlerinin 1950’li yıllarda başladığını da bir not olarak düşelim.
Ayaklananlara karşı, Selanik’ten getirtilmiş olan Avcı Taburlarının kullanılmış olması, Birinci Ordu içinde, bu birliklere karşı bir düşmanlık duygusuna da yol açmıştır. Askerler arasında yayılan fısıltıya göre hükümet ve subaylar kâfirdir, şeriat kaldırılacak ve kendileri de kâfir yapılacaktır. Ordu içinde başlatılan bu bölücü fısıltı İstanbul’un en ücra köşelerine kadar yayılır. Yönetimden hoşnutsuzluk ve toplum içinde ayrışma gittikçe artmaktadır. İç ve dış sorunlarla sıkışan iktidar partisi baskıcı bir yola sapar. İstibdat rejiminden henüz kurtulmuş olanlar rahatsızdır. Gazeteler, olaylara farklı açılardan, farklı zihniyetlerle yaklaşsalar da üstlendikleri kışkırtıcı ve etkin rol sürmektedir.
Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey de iktidara muhaliftir. II. Abdülhamit yönetimini “milletin damarlarında eskiden kalmış olan birkaç damla kanı da emmeğe uğraşan” lar olarak eleştirir. İttihat ve Terakki için de; “saçtığı kötülük tohumları, açlıktan ve koleradan daha fazla tahribat yapmaktadır” demektedir. Hasan Fehmi’nin, o günün zirvesini/yönetimini tanımlayan ifadelerini bugün için de kullanmak yanlış olmayacaktır.
Tarih 6 Nisan 1909… Hasan Fehmi bir arkadaşıyla Galata Köprüsü üzerinde yürürken vurularak öldürülür. Oysa köprünün her iki girişinde de güvenlik kontrolü yapılmaktadır. Cinayette İttihat ve Terakki’nin parmağı olduğu düşüncesi yayılır. Cenazede buluşan Hukuk Fakültesi ve Mülkiye öğrencileri, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’dan katillerin bulunmasını isterler. Paşa, Meclis-i Mebusan önünde toplanan binlerce protestocuya seslenerek katilin yakalanması için emir verdiğini söyler ancak ardından “tabi eğer yakalanabilirse” diye ekler. Bu söz üzerine, o günün genç hukuk öğrencisi, ileriki yılların ünlü gazetecisi Burhan Felek tepkisini gösterecek ve “Buraya edat-ı şart girmez Paşa. Katil yakalanırsa ne demek?” diye bağıracaktır. Cenazedeki gövde gösterisi ile başlayan süreç birkaç gün sonra isyana dönüşecektir. Kirli su dolu bardak, eklenen kan damlasıyla artık taşmıştır!
Günümüzde 6 Nisan, “Öldürülen Gazeteciler Günü” olarak kabul edilmekte ve her yıl bugün yapılan etkinliklerle basın şehitleri anılmaktadır.
Taşkışla’ya yerleştirilmiş olan 4. Avcı Taburu’nun erleri, 12/13 Nisan gece yarısı ayaklanırlar. Bazı subayları hapsederek komutayı ele geçirirler. Kışlanın önünde kendilerini, ellerinde yeşil bayraklı sarıklı hocalar beklemektedir. Hoca efendiler; “Ey kahramanlar, şeriat elden gidiyor, ne duruyorsunuz?” diye seslenirler! Erler, sabaha yakın saatlerde Ayasofya meydanına, Meclis-i Mebusan’a doğru ilerlemeye başladıklarında isyan diğer kışlalara da yayılmıştır. Haykırdıkları tek slogan vardır; “Şeriat isteriz, padişahım çok yaşa!” İttihad-ı Muhammedi’nin ileri gelenleri de her türlü kışkırtma için kalabalığın içine yayılırlar. Konuşmalar; mektepli subayların orduyu Frenkleştirdiği, dinin elden gitti yönündedir. Her şeyin sorumlusu da İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir.
Meclis binası kuşatılır. İstenilen; şeriatın getirilmesi, Hükümet’te bazı değişikliklerin yapılması ve hiçbir neferin kılına dokunulmamasıdır. İstanbul’un tüm semtleri isyancı erlerin elindedir. Korku içindeki milletvekilleri isyancı askerlerin ne istediğini anlamaya çalışmaktadır. Cevabı, sözde asiler adına ancak gerçekte dinle ilgili görüşlerini anlatacak olan Hoca Ahmet Rasim verecektir. Şöyle der: “Osmanlı Hükümeti bir İslam hükümeti olduğu için Müslümanlığın hükümleri yürütülmelidir, kanunlar din kitaplarından çıkarılmalıdır, askere namaz için vakit bırakılmalıdır, okul programlarına din dersleri konulmalı ve İslam âdetlerine aykırı olan tiyatrolar kaldırılmalıdır, Müslüman kızlarla Hıristiyan kızlar arasında arkadaşlık olmaz, bu küfürdür, mebuslar ve kabine üyeleri dindar adamlardan oluşmalıdır.”
Bab-ı Ali’deki Şûra-yı Ümmet ve İttihatçıların sözcüsü Tanin gazetesi yağmalanmaya başlar, bürolar tahrip edilir. Hükümet, istekleri kabul ettiğini açıklamak üzeredir ki, isyancılar Meclis’i işgal eder. Bazı milletvekilleri öldürülür. Padişah’ın isteği ile kabine çekilir. II. Abdülhamit ve isyancılar karşı karşıyadır. Padişah, durumu lehine çevirmek için hemen bir bildiri hazırlatır. “Kabinenin çekilmesi Hazret-i zillüllah (Tanrının gölgesi olan II. Abdülhamit) tarafından kabul edilmiştir.” cümlesiyle başlayan bildiriye göre Padişah genel af ilan eder. “Devletimiz İslam devletidir. Kıyamete kadar da öyle kalacaktır. Şeriat bundan böyle de daha büyük bir dikkatle yürütülecektir.” Askerler kışlalarına, halk da işine gücüne dönmelidir. Bildiri önce Meclis’te, sonra da Ayasofya’daki isyancılara okunur.
“Şeriat isteriz” diyen isyancıların isteği olmuş, yeni kabine yani Tevfik Paşa Kabinesi kurulmuştur. (14 Nisan) Genel af ilan edilir. (Aff-ı Şahâne) Ancak isyancılar durmayacak, âdeta azacak ve genç subayların peşine düşülecek, birçok subay kurşunla ya da ağır işkencelerle şehit edilecektir. Asâr-ı Şevket Zırhlısı Kaptanı Deniz Binbaşılarından Ali Kubuli Bey’in kendi erleri tarafından, sokaklarda sürüklenerek Yıldız Sarayı’na götürülüp Padişah’ın gözleri önünde canice şehit edilmesi en korkunç olaylardan biridir. Padişah ise ilgisiz kalacaktır. Bu ilkel yaratıkların, bu kana susamışların yüz yıl sonraya uzanan damarı, 15 Temmuz 2016’da, bu sefer FETÖ adı altında aynı canavarlığı sergileyecektir. Bu canavarları kimin büyütüp beslediği ise her dönem hep sorulacak ancak cevap yani siyasî ayak bir türlü bulunamayacaktır!
Devam edecek…
Canan Murtezaoğlu
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.